Feribottan indiğimizde limanın kafesinde bekliyordu bizi Dimitris. Türkiye’den direkt feribot olmadığı için Samos üzerinden gelmiştik. “Evdilos’a mı gidiyorsunuz?” diye sordu. “Yok hayır önce hazır buradayken biraz gezelim akşama doğru Evdilos’a” geçeriz diye yanıt verdik. O gün Evdilos’a sefer olmadığı için Agios Kirikos’a gelmek zorunda kalmıştık. “İyi o zaman ben ofise geçiyorum, akşam ofise uğrarsınız, evrak işlemlerini hallederiz” deyip bize kiraladığımız arabanın anahtarını teslim etti öylece. Ne bir kira kontratı, ne kimlik bilgilerim ne de para almadan! İşte Ikaria deyince internette ilk karşımıza çıkan halkın kafası rahat, hiçbir şeyi kafalarına takmıyorlar o yüzden uzun yaşıyorlar önermelerini daha adaya ayak basalı beş dakika olmadan tecrübe etmiş olduk.
Ikaria ile ilgili bilindik bir hikaye var. II. Dünya Savaşı sonrası Yunanistan’dan ABD’ye göçmüş bir Yunan’a 1968’de kanser tehşisi konulur ve görüştüğü 9 doktor da en fazla 6 ay ömür biçer. Adam da ABD’de cenaze masrafları pahalı, çocuklara yük olmayayım, döneyim bari Yunanistan’a da orada işlemler daha ucuza olur diye düşünüp döner köyüne, Ikaria’ya. Bu amcamız, Stamatis Moraitis, köyünde çocukluk arkadaşlarını bulur, her gece oturur şarap içip sohbet ederler. “En azından mutlu öleceğim” diye düşünür Moraitis. Kendini evinin bahçesinde sebze - meyve ekmeye verir. “Ekinleri ben göremem ama en azından eşime taze meyve sebze olur” diye düşünür. Aradan 6 ay geçer, hiçbir şey olmaz. Tam tersine kendinisi daha güçlü hissetmektedir. Üzüm bağını temizler, kendi şarabını üretmeye başlar. Adanın dingin hayatı, temiz havası kendisine iyi gelmiştir. Kanseri yenmiştir. 25 sene sonra ABD’ye geri gidip kendisine 6 ay ömür biçen doktorları görmek ister. Hepsi ölmüştür. Moraitis amcamız National Geographic ve BBC başta olmak üzere birçok yayın kuruluşuna konuk olduktan sonra 2013’te 98 yaşında huzurlu bir şekilde hayata veda eder. İşte bu sakin, dingin yaşam sayesinde bugün Ikaria’da yaşayan her üç kişiden biri 90’lı yaşlarını görüyor.
“Orası da neresi?” diye tepki vermiştim, Eda yaz tatilinde Ikaria’ya gidelim deyince. Ben ki coğrafya meraklısıyımdır, hiç duymamıştım bu adanın ismini. Ama söz konusu güzel deniz ve plaj oldu mu, bir köpekbalığının kan kokusu alması içgüdülerine sahip olan Eda hemen Seychelles plajı sayesinde çıkarıp bulmuştu burayı. Ne doğusundaki Samos gibi gelişmiş, ne batısındaki Mykonos gibi turistik, ne de Kuzey’indeki Sakız gibi tarihi bir geçmişi olmayan ortada kalmış ufak köylerden oluşan bir ada Ikaria. Turistik olmaktan çok uzak, gerek otel gerek araç kiralama arzının düşük olduğu bu sebeple Samos’a göre daha pahalı olan bir yer burası. Bizim kaldığımız, adanın 2. limanı olan Evdilos’un nüfusu hepi topu 460 kişi. Sabah taze ekmek almak için fırına girdim, kadın ekmek kalmadı dedi. Nereden bulabileceğimi sorduğumda bana öteki köyün ismini verdi.
“Arabayı Agios Kirikos’a getireceksem 10 euro daha isterim, orası bir saatlik yol” demişti Dimitris. Google Maps’ten bakınca “30 km’lik yol nasıl 1 saat sürebilir ki?”diye şüpheyle yaklaşmıştım. Ancak arabayı alıp yola çıkınca ne demek istediğini anladım. Virajlı, bırak iki arabayı, iki eşeğin bile yan yana geçerken zorlanacağı yollarda dağa tırmanırken bir farklılık dikkatimi çekiyor: Bu ada yeşil! Gittiğimiz bir çok Ege adasında çorak dağlardan geçmeye alışmışken, şimdi kendimi Kaçkarlar’ı geçermiş gibi hissediyorum.
Evdilos’a vardığımız da hummalı bir hazırlık var akşam için. Panayiri varmış akşama. Ada oldukça ufak, nüfusu az ve ana karaya uzak olduğundan hükümetten buradaki belediyelere çok az ödenek çıkıyor. Bu sebeple her köy yılda bir gün biraz dini takvime bağlı ve azizlere itaf edilmiş şekilde bir panayır düzenliyor. Bu panayırdan elde edilen gelir de köyün imar işlerinde kullanılıyor. Akdeniz’de akşam yemeklerinin geç yendiğini biliyorum ama bizim de yemek düzenimiz belli. Saat 21’e kadar anca dayanabiliyoruz. Mekanda in cin top oynuyor ama bu sayede çok az sıra bekleyerek yemeğimizi alabiliyoruz. Menümüzde salata, patates kızartması, feta peynir, sirke şişesini andıran plastik bir şişede bir litre kırmızı şarap, bir somun ekmek ve yarım kilo oğlak tandır var. Herkes buraya cümbür cemaat gelmiş kilo kilo oğlak alırken bizim yarım kilo isteğimizi adam garip karşılıyor. Tartıyor 700 gr geliyor. Yok abi çok o diyorum kim yiyecek o kadar eti. Yüzünü buruştura buruştura biraz daha alıyor tartıdan. Hepsi tutuyor 28 avro. O sırada avro 7 lira idi. Yani 200 lira civarı bir hesap. Türkiye’de deniz kenarında bir tatil kasabasında yemeğe oturduğumuzda şarap 140 liradan aşağı hesaba yazılmıyor.
Biz deniz kenarındaki masaya kuruluyoruz. Yavaş yavaş masalar dolmaya ve canlı müzik çalmaya başlıyor. Gece 12 olduğunda hala oğlak önünde uzun bir kuyruk var. Bu sırada bir şarkı çalmaya başlıyor ve herkes masasından kalkıp halaya başlıyor. Halay dairesi tahinli çörek gibi spiral bir şekilde genişliyor. Meydanda aynı anda üç halay dairesi birden oluşuyor. Artık saat 1 olmuş, bizim uykumuz gelmiş bir şekilde yavaştan mekanı terkediyoruz. Ertesi akşam bu sefer yan köydeyiz. Bu defa spor takımı için toplanmışız. Gençlere iki forma da bizden olsun deyip aynı mönüye devam ediyoruz.
Adanın kuzeyinde köylere yakın ve yiyecek içecek tesislerinin de bulunduğu Kampos ve Messakti gibi uzun kumsallar var. Ancak adanın kuzeyi bizim bulunduğumuz süre boyunca son derece dalgalıydı çok da keyifli bir yüzmde deneyimi sunmadı. Ama zaten esas buraya geliş amacımız güneydeki Seychelles plajına gelmekti. Dağ yollarından geçe geçe en sonunda arabaların dizildiği boşluğa varıyoruz. Araştırdığımız her yerde yoldan plaja inmenin bir keçi çevikliği gerektirdiği, spor ayakkabının gerekli olduğu belirtiliyordu. Biz ayağamızdaki parmak aralarıyla bu riski almadan arabayla iki km ötedeki Magganitis köyüne devam ediyoruz. Yaklaşık 10 tane ev, ufak bir kilise ve küçük bir limandan oluşan bu köyden git-gel 7 avroya plaja giden sürat tekneleri var. Seychelles plajı bir kayada oluşan oyukla meydana gelmiş son derece dar, küçük ve çakıl taşlı bir plaj. Tekenin yanaştığı yerden sonra bile plaja ulaşmak için birkaç kayayı aşmak gerekiyor. Bir şemsiyenin altında 60 yaşlarında bir teyze buzlukların içinde tuttuğu biraları satıyor. “Yeğenim bir Türk aşçı ile evlendi, İzmir’de yaşıyor” diyor 2 avroya bir 33’lük Alfa verirken. Şaşırtıcı derecede iyi İngilizce konuşuyor teyze. Ameliyatımı soruyor sonra İngilizce anlamayan kocasına “Bak babası çok içiyormuş ameliyat olmuşlar” diyor. İşte o zaman Moraitis’i hatırladım. Ah be teyzecim, sizin burada hayat bu kadar basit, sade ve temiz iken kolay kolay birşey olmaz size.