1980 yılında ABD, Watergate skandalı ile sarsılırken, Sovyetler Birliği de Afganistan’ı işgal etmiştir ve soğuk savaşın en hareketli zamanları yaşanmaktaıdr. İşte tam bu sıralarda 1980 kış oyunlarında kolej oyuncularından oluşan ABD buz hokeyi takımı, hepsi kızıl ordu görevlisi olan ve 1960’tan bu yana yenilmeyen SSCB’yi mağlup ederek şampiyon olur. Maçı anlatan ABC’den Al Micheals maçın sonunda “Do you believe in miracles?” diye sorar ve böylelikle bu olay tarihe “miracle on ice” diye geçer. Uluslar arası buz hokeyi federasyonu, federasyonun yüzüncü yıl dönümünde bu olayı yüzyılın maçı seçerken, Sport Illustrated da yine aynı şekilde bu maçı 20. Yüzyılın en önemli spor müsabakası olarak gösterir. Hatta sonrasında da Kurt Russell’ın koç olarak oynadığı bir film de çekilir.
ABD, Brezilya önünde 2-0 öne geçtiğinde işte tam bu maç aklımdan geçiyordu. İlk iki maçında 0 puan ve -5 averaja sahip bir takım büyük bir mucizeye imza atıp yarı finale çıkmıuş sonrasında 15 maçtır kazanan 35 maçtır yenilmeyen İspanya’yı yenmiş ve şimdi de Brezilya önünde 2-0 öndeydi.
Eminim bunu yapan ABD değil de Mısır ya da Irak olsaydı, bu durum birçoğumuz için büyük bir keyif olacaktı ancak bunu yapan herşeyde en iyi, en büyük vs olan ve bir tek bu alanda söz sahibi olamayan ABD olunca kişisel olarak bundan hiç de keyif almadım. Miracle on ice’da olduğu gibi 20 yıl sonra da Hollywood’un hemen bu maça el atıp, ticarileştireceğini tonla para kazanacağını düşünmek midemde ufak çaplı bir ağrıya yol açtı. Neyse ki futbol tanrıları buna daha fazla izin vermedi ve Brezilya buradan maçı çevirdi. İyi ki Amerikan kültüründe ikinci olmak kaybetmek demek ve ABD bu turnuvayı büyük bir sükse yaparak değil, kaybedilen bir turnuva olarak hatırlayacak.
Emre Yalçın, turnuvaya fazla değinmeden işin teknik taktik kısmını diğer yazarlara atıyorum demiş. O zaman biz de pası alıp devam edelim. Turnuvanın büyük çoğunluğunu izleyen biri olarak turnuva hakkında ilk düşündüğüm şey başlıkta da görüldüğü gibi teknik direktörlerin bir B planının olmamasıydı.
Öncelikle en kötü durumdaki İtalya ile başlayalım. Zira diğer takımların en azından maç içinde bir B planı yokken, İtalya daha kadro kurma düzeyinde B planına sahip değildi. İlk göze çarpan Totti’nin yerinin doldurulamayışı. Orta alan ile forvet birbirlerine çok uzak kalıyorlar ve bu sebeple organize atak geliştiremiyorlar. Gattuso – De Rossi – Pirlo üçlemesi fazla defansif kalıyor ve pozisyon yaratamıyorlar. Böyle bir üçlü ile oynayınca sol kanat tamamen 33’lük Grosso’ya kalıyor ki zaman zaman bu sebeple Pirlo’nun sol kanada gittiğini gördük. Lippi buna karşılık Camorenesi – Montelivo – Rossi – Toni – Iaquinta denemelerinde bulundu ki bence ilk önce çözmesi gereken problem forvetten ziyade orta sahaydı.
İkinci olarak İspanya’ya bakalım. Çok pasa dayalı İspanyol sistemi az daha Barcelona – Chelsea maçında duvara tosluyordu, ABD karşısında gerçekten tosladı. Bu iki maçtan ortak olarak çıkartabileceğimiz sonuç kanımca şu: İnsan azmanlarıyla fiziksel futbol oynayıp çok iyi yarı saha savunması yapan takımlara karşı İspanya’nın her zamanki sistemi işlemiyor ve buna karşı farklı bir oyun sistemi geliştirmeleri gerekiyor.
3. olarak Dunga ve Brezilya’ya değinmek lazım. Dunga’nın Mısır maçı sonrasında takımda bazı değişiklikleri oldu ancak oyun içersinde oyuna müdahele etme konusunda pek başarılı değil. Kendisinden epey güçsüz olduğu belli olan Güney Afrika’ya karşı hiçbir taktiksel değişiklik geliştiremedi. Bek değiştirip o bekin maçı kazandıran golü atması tamamen şansıydı. Nitekim bu şans ABD maçında da devam etti ve ikinci yarı başlar başlamaz bulunan golle ikinci yarı 2-1 başladı ve hem Brezilya cesaretlendi, hem ABD panikledi.
Kendim okumadım ama spikerin dediğine göre Dunga maç öncesi basın toplantısında ABD’nin kontraataklarından çekindiğini söylemiş. Eğer gerçekten bunu dediyse bu takımın böyle bir ikinci gol yememesi lazım. 11 kişi ile rakip yarı sahaya geçip sonra ikiye iki yakalanıyosan bu çekindiğin konuya hiç çalışmamışsın demektir.
Son olarak vuvuzela ile bitirelim. İlk maçtaki sivri sinek saldırısının ardından epey bi sinirim bozulmuştu ama maçlar ilerledikçe ya ben alıştım, ya daha az ses çıkarmaya başladılar, ya da TRT tribün mikrofonunun sesini kıstı. Gelecek yıl vuvuzelaya kaldığımız yerden devam ederiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder