İstanbul’da araba kullanmak için tek ideal zamandır
haftasonu sabahları. Normalde işe giden yığınlar uyuyorken bomboş yollarda
araba kullanırken hep İstanbul’un nüfusu benim doğdum zamandaki kadar
kalabilseymiş derim. Kafamda bu
düşüncelerle, Cumartesi sabaha karşı gün daha ışımaya başlamadan düştük
yollara. Dikiz aynamda güneş yükselirken Tekirdağ’a varmıştık bile. Kabatepe
vapur iskelesine geldiğimizde ise dünyanın öteki ucunda, Yeni Zellanda’da hava
kararmış, U20 Dünya Kupası’nın finalinde Brezilya ile Sırbistan kapışmaya
başlamıştı bile. Hayret verici bir şekilde vapurdayken 3G kesilmemiş, maçı
rahatlıkla izleyebilmiştim. Turnuva başından beri bitiricilik sorunları yaşayan
Brezilya her ne kadar topa sahip olsa da pozisyon bulmakta zorlanıyordu. Vapur
Gökçeada iskelesine yanaşırken maçın normal süresi 1-1 sona eriyor ve benim
Brezilya 90 dakikada kazanamaz bahsim tutuyordu.Bahisi kazanmanın mutluluğu,
adaya ayak basmanın mutluluğuna karışarak başladık haftasonunun tatil
programına. Son zamanlarda çokça moda olan Bozcaada’ya zaten mayısta koşu için
gidince bu defa yönümüzü onun yanında biraz atıl kalan ama tek feribot ile
geçildiği için daha yakın olan Gökçeada’ya çevirdik. Zira en iyi şartlarda
Bozcaada vapuruna binmek 7 saati alırken, Gökçeada vapuruna 4 saatte varmıştık.
Hemen vapurdan iner inmez, çınarağacının ve rum evlerinin
sizi kucakladığı ufak Bozcaada sevimli bir kuzu ise, Gökçeada artık kocaman bir
koyun konumunda. Zira ada fazlasıyla büyük. Değil yayan, tepelik zemini
yüzünden bisikletle bile adaya gitmek hiç akıl karı değil. Mesela vapur
iskelesi, şehir merkezinden 8, şehir merkezinden plajlar ise 20 km mesafedeler.
O yüzden araba olmadan Gökçeada’ya gitmek çok mantıklı değil. Adada turistik
bir destinasyondan ziyade daha çok yazlık bir mekan. Bunu bilerek giderseniz, “ama ben böyle hayal etmemiştim” diye
bir hayal kırıklığı yaşamazsınız. Böyle
asmaların dış cepheyi kapladığı renkli Rum evlerinin yerine, mıcır yolun
kenarına dizilmiş ucuz pansiyonlar sizi karşılıyor. Belki de bu yüzden Bozcaada
aşırı turistik tesis rantlaşması tehlikesi yaşarken, burası kendi haline
bırakılmış.
Plaj olarak önce daha büyük olan Aydıncık koyuna
gidiyoruz. Burası konaklama tesislerinin de bulunduğu bir koy. Konaklama tesisi
derken, tatil köyü falan değil tabi ki, bahsettiğim birkaç bungalowdan ibaret. Yine
de bir süre sonra kalkıp sağlı sollu kekik otlarının güzel kokusuyla bezenmiş
bir yol ile Laz koyuna geçiyoruz. Başı
boş bırakılmış koyunlar kendilerini kekik yemeye vermişler. Sanırım koyunların kime
ait olduğunu belirlemek için koyunlar boyanmış. Kurbağa kıvamında yeşil
koyunlar bile var. Kekik ile beslenmeleri acaba etlerinin tadına da sirayet
eder mi? Arabanın amortisörlerini parçalayan bir patikadan geçerek Laz koyuna
ulaşıyoruz. Hepi topu bir tane büfesiyle
burası gerçekten kuş uçmaz kervan geçmez bir şekilde sap sarı kumlara sahip
keyifli bir yer. Gökçeada’nın denizi malumunuz soğuktur, bunu tekrar
hatırlatmakta fayda var.
Türkiye’nin en batı ucunda, yılın en uzun gününde güneşi
batırdıktan sonra akşam yemeği için bir Rum köyü olan, Tepeköy’e Barba Yorgo’ya
doğru yol alıyoruz. Açıkça söylemek gerekirse, yolda giderken kafamda, “ya artık orada rum kalmamıştır, Türk
işletmecinin bir tanesi restoranına Rum ismi vererek dikkat çekmeye çalışıyor” diye
düşünmüştüm. Köye girişte arabamı
parkedip, köy meydanına yürüdüğümde karşılaştığım manzara ile ne kadar
yanıldığımı anladım. Kiliseden çıkmış siyah elbiseleri ile oturan teyzeler ile
birlikte köy meydanından sadece Rumca yükseliyordu. Gördüğüm birkaç çocuk
haricinde hepsi çok yaşlı nüfustu. “Bunlar da öldükten sonra burada artık Rum
da kalmaz” şeklindeki düşüncemi ise Barba Yorgo’nun Gökçeadalı garsonu
düzeltti. Lise zamanı geldiğinde buradan ya İstanbul’a ya da yurtdışına göçen
Rumlar emekliliklerinde tekrar köylerine dönüyorlarmış. Zira buradaki azınlık
statüsünü kaybetmek istemeyen Yunanistan bu insanlar bu köylerde yaşasınlar
diye ayrıca maaş veriyormuş. Güzel keyifli bir hayat tabiki. Restoranın vadiye
bakan güzel bir manzarası var. Döne döne sürekli zorba çalıyor. Peynir, salata,
oğlak yiyip, kendi yaptıkları şaraptan içiyoruz. Hepi topu 2 kişi alkol dahil
85 lira verip çıkıyoruz Barba Yorgo’dan.
Akşamın sonunda ise soluğu Kaleköy limanında alıyoruz.
Burası adanın, deniz kıyısındaki tek yerleşim yeri. Sıra sıra balıkçı
restoranlarının da dizildiği yerde içerisi tamamen boş olan, bir gitaristin
canlı müzik yaptığı 2. Sınıf bir bar da var. Yazlıkçı havası buraya da tamamen
sirayet etmiş. Birkaç incik boncuk satan masa, bir seyyar midyeci ve bir
dondurmacı ile birlikte mizansen tamamlanıyor.
Keyifli ve sakin bir haftasonu geçirdikten sonra Pazar akşamı
Tekirdağ’dan itibaren birkez daha kendimizi İstanbul trafiğinde buluyoruz. Bir
sonraki durağımızda İtalya’nın güneyine, Napoli ve Amalfi kıyılarına gidiyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder