Yıllar önce şifreli kanal diye bir şeyin olabilirliğini bile tahayyül etmemiz mümkün değilken Türkiye Liginin öyle ya da böyle büyüklerinin maçları herhangi bir şifre çözücü kutu marifeti olmadan evlerimize gelirdi. Cuma günleri de maç olmadığından iki günde dört maç her hafta beleşe ekrandaydı. Hoş, özel kanallarımız ilk zamanlarda alenen maçın ortasında reklam almak daha sonraları da maç devam ederken santra bölgesine ortalama dört oyuncuyu kaplayacak şekilde tüp reklamı koymak suretiyle bir nevi şifreleme yapıyorlardı ama bir yayının şifreli olup olmadığına karar verilirken kullanılan kriter siyah kutu varlığı olduğu için o dönemi şifresiz sayıyoruz. Velhasıl-ı kelam o zamanlar pek büyüklerimizi gönlümüzce seyrederdik ki gönlümün futboldan geçmesi o zamanlara rastlar. Futbol o kadar pejmurde ve o kadar bedavaydı ki tribünler bomboş olurdu. Kadıköy’deki koltuklar sarı lacivertken Ankara’da koltuk olmayıp gri betonda oturulduğunu hep beraber o boşluklar sayesinde öğrendik; öğrendiğimiz başka bir şey de maç seçmekti. Artık haftada bir maç artı ertesi gün okul olduğundan bir yandan tırnak kesilirken bir yandan kesilen spor stüdyolu zamanların açlığı geride kalmıştı ve ne yazık ki ülkemizin o zamanlar süperliği tescil edilmemiş liginde oynanan futbolu 90*4:360 dakika seyredecek mide herkeste yoktu. Şüphesiz hayatın bir cilvesi olarak kalbimizin şeref tribününe yerleştirip takip etmeyi en kutsal vazife kabul ettiğimiz takımın maçları hafta sonu programımızın mendireğiydi lakin gönülden bağlı olmadığımız ezeli ve ebedi rakiplerimizin maçlarını seyredebilmek için onların da hiç olmazsa gözümüze hitap etmesi gerekiyordu. Çoğu zaman bu olmadı, tutmadığım şanlı büyüklerimizin maçlarını seyredebilmek için bahane bulmakta zorlandım, bir Okocha vardı vaktimi zevkle ayırdığım bir de Kosecki bir heyecan yaratmıştı ama kendisi daha sonra 10 maç kadar gol atmamakta direnince heyecanım yerini meraka bıraktı; bu adam daha kaç maç gol atmayabilirdi ki? Ve hemen söyleyeyim, Beşiktaş maçlarını kaçırmadan seyrettiysem bu Kara Kartallar muhteşem futbol oynadığından değildir; dedik ya bir kez görev belledik görev ne demek bilmediğimiz yıllarda ve öğrendik ki emir demiri keser. Yoksa bilen bilir, Hikmet’li, Erkan’lı, Serdar’lı Beşiktaş kadrolarını her hafta seyretmek çelikten sinir, demirden yürek ister…Ama o zamanların en kötülerinde bile takımımdan sıkıldığımı, bir bahane bulup da maçı seyretmesem dediğimi hatırlamıyorum. Sahadaki takım kötü olsa da duruşumuz yeter gibi gelirdi bana, başkanımız vardı bir kere gurur duyduğumuz ve biz İstanbul’da olmayanlar Çarşı’yla övünürdük, maç ne kadar kötü olsa ne tezahürat var diye televizyona yapıştırırdık kulakları. Pazartesi sabahları sınıfa giriş kaybeden takımın azılı taraftarına kalay zamanıdır ya ülkemizin her yerinde, sanki bana biraz iltimas geçerdi çok büyüklerin diğerlerini tutan arkadaşlarım. Ne de olsa ben Beşiktaş’lıydım, bize kimse özel olarak gıcık olmazdı ki. Oyuncularımız efendi adamlardı, rakibin televizyonda görüp de dudağını ısırdığı futbolcu olmazdı Beşiktaş on birinde, Engin-Recep-Kadir-Gökhan-Ulvi-Metin-Rıza-Mehmet- Feyyaz-Ali artı bir değişkenli bir on birde kime gıcık olacaksınız ki?
Ve şimdi geldiğimiz noktaya bakın. Başka takım taraftarlarına sormaya gerek yok, bu takımda benim tüylerimi diken diken eden oyucular var, hem futbollarıyla hem bitmek bilmez itirazları, profesyonelliğe değil adamlığa yakışmayan tavırları, art niyetleriyle. İçime sindiremediğim oyuncular var, açık adıyla Mert Nobre var bu takımda, bütün bir sene demediğimizi bırakmadığımız, onun yüzünden maça pankartla çıktığımız ve transfer sezonunun başında koşarak aldığımız…Sofya maçında gol atmış Nobre, bana ne kardeşim, ben o maçı izlemek istemiyorum ki onu gördükten sonra.
Yönetimle gönül bağı zaten o “dostça” yemekten sonra kopmuş…Anlamsızca bir büyüklük yarışına girmek istemediğimizi anlamak bu kadar mı zor, “Bir gün herkes Beşiktaşlı olmasın, o şeref bize kalsın” diye yazmak sadece bez israfı mıydı? En çok para harcamanın en başarılı olmak anlamına gelmediğini herkes bilmiyor mu, bu hafta Erdoğan Arıkan, Bilgin Gökberk’i 35. kez Real Madrid örneği verdiği için boşuna mı azarladı?
Bir de korkum var; bu senenin bizim için nadir iyi şeylerinden biri Burak. Ama o da Türkiye’nin Cristiano Ronaldo’su olmaya soyunur gibi, n’olur bunu yapmasa. Ayak hareketleri, çalımları, yan toplardaki hakimiyeti tamam da bu asabilik, kendini atmalar olmasa; onu seven sadece biz olmasak keşke. Böyle bir şey (henüz) olduğundan değil de benimki evham işte…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder