İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

5.07.2014

Wimbledon


Kanada gezi notlarına bir ara verip güncel bir geziye geçiyorum. Beni tanıyan ya da şurada yazılarımı okuyan bilir: Hayatta en çok keyif aldığım iki şey spor ve gezmektir. Spor için gezmenin ise keyfine doyum olmaz. Hazır Atlasjet çalışanı olarak ücretsiz Londra'ya uçuyorken de bir haftasonu için Wimbledon'a gitmek kaçınılmaz oldu.

Ben de ilk haftanın cumartesi sabahı sanki Taksim'e gidiyor gibi atladım uçağa soluğu Londra'da aldım. Maç için bilet falan hak götüre. Zira ne 80 pounda satılan merkez kort, ne de 60 pounda satılan tesise giriş biletlerini internetten almak mümkündü. Ben de zaten gözüme sıraya girerek 20 pounda içeriye girmeyi gözüme kestirmiştim.

Havalimanından 1.5 saat süren tren ile Wimbledon'a vardığımda saat 14.30 olmuştu bile ve daha kötüsü bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Merkez kort dışındaki tüm kortlar açık saha olduğu için haliyle hiçbir maç da oynanmıyordu. Gökyüzü tamamen griydi ve yağmur durur mu, maçlar tekrar başlar mı, epey kuşkuluydum. Dahası dediğim gibi günübirlik sanki Taksim'e çıkıyormuş gibi evden çıkıp geldiğim için üzerimde bir şort - Tshirt ile gayet dımdızlaktım.

Yine de saatlerce yol yapıp buraya kadar geldikten sonra bu noktada pes edip geri dönecek halim yoktu. Haliyle, yapılması gerekeni yapıp paşalar gibi saat 15.00'te bilet kuyruğuna girdim. Neyse ki sırada bedava naylon yağmurluklar dağıttılar da ıslanmaktan kurtuldum. Yine de ne olursa olsun, yağmur altında ayakta saatlerce bekliyorum ve ne için beklediğimi de bilmiyorum ve sıra ilerlemiyordu. Yağmur durmayabilirdi, hakemler maçları oynaymayabilirlerdi, "içersi doldu, daha fazla almıyoruz" diyebilirlerdi. Bu noktada çokça kırılma anı yaşayıp pes etmeyi düşünsem de her seferinde kendime neden burada olduğumu anımsatıp sırada kaldım.

Arada bir gönüllü görevliler geliyor onlardan bilgi alıyoruz. Önümde iki Slovak, arkamda iki İtalyan, onlarında arkasında ise İspanyollar var. Gayet global bir şekilde bekliyoruz. Sıraya girerken bankalardaki gibi sıra numarası veriliyor. Böylelikle sıra atlama gibi bir durum söz konusu değil. En sonunda saat 5 gibi yağmur duruyor ve ufukta mavi gökyüzünü görüyoruz. Görevliler, hakemlerin hava durumunu takip edeceğini ve 17.45'te karar vereceklerini söylüyorlar ve en nihayetinde saat 18.00'de içeriye almaya başlıyorlar. Bu kadar geç girince de bilet fiyatları 10 pounda kadar düşüyor. Bu kadar uzun süre beklemenin bir karşılığı olmalı.

Bütün bu kadar uzun süre sırada bekleyip yaşadığım her türlü psikolojik sıkıntıyı içeri girip halen daha geleneksel bir şekilde elle yazılan ana tabloyu görünce unutuyorum. Ama tabi öte yandan fiziksel sıkıntılarım var. Öncelikle hava da saat itibariyle iyice serinlemeye başlıyor ve zaten saatlerce kafama yağmur yediğim için iyice üşüyorum. Resmi mağazadan 50 pounda kendime bir sweetshirt alıyorum. Bu sanırım takım elbise ve ayakkabı dışında herhangi bir kıyafete verdiğim en yüksek ücret. Ancak hasta olursam bunun daha fazlasını ödeyeceğim aşikar. O yüzden fazla düşünmüyorum. Ardından soluğu food court'ta alıyorum. Zira sabahtan beri sadece uçakta yediğim kahvaltı ve sırada yediğim bir dilim pizza ile duruyorum. Sırtım pek ve karnım tok olduktan sonra artık tenis ile ilgilenebilirim.

Turnuvanın yapıldığı All England Club şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel spor kompleksi. Toplam 19 kort var. Benim 10 poundluk bilet ile merkez, bir ve iki numaralı kortlar dışındaki tüm alanı gezebiliyorsunuz. Kortların nasıl dizildiğini zaten şu fotoğraftan görebilirsiniz. Kafamı sağa çeviriyorum Flipkens ile Kerber oynuyor, solumda ise Robredo ile Janowicz kapışıyor. Kortları bizim bulunduğumuz alandan bel yüksekliğinde bir branda var. Yani oyuncunun eli kaysa kafanıza 100 km hızla topu yememiz içten bile değil.

Birinci kortun hemen dışında piknik masalarının da olduğu büyük bir çimenlik alan var. Burada merkez ve birinci korttaki maçlar dev ekrandan yayınlanıyor. Biraz dolandıktan sonra bir pizza alıp buraya geldim. Ekranda Serena Williams - Alize Cornet maçı vardı. Sivri burnuyla benim pek sevimli bulduğum Cornet, mazlumun yanında olan seyircinin desteğini arkasına almıştı. Sanırım İngilizler'in kolay kolay bir daha bir Fransız'ı desteklediğini göremem.

Dediğim gibi merkez, birinci ve ikinci kortların biletleri ayrı satılıyor. Bu bilete sahip kişiler tesisi terkederlerse, onların biletleri 5 pounda tekrar satılıyor ve bu paralar hayır kurumuna bağışlanıyor. Hazır buraya kadar gelmişken bir de ana kortu göreyim diyerek soluğu Lisicki - Ivanovic maçında alıyorum. Ancak çevresi kapalı olduğu için karanlık burada daha erken hissediliyor ve maç kısa bir süre sonra ertesi güne erteleniyor.

Tekrar dışarıda daha ışık alan kortlardaki maçları seyretmeye koyuluyorum. Yerel saatle artık 21.30 olunca bütün bu yolculuk ve yağmur altında ayakta beklemenin yorgunluğuna dayanamayıp dönüş yoluna geçtim. Sonuç olarak bu 3 saat içinde elbette ki hiçbir maçı doğru düzgün seyredemedim ama zaten amacım da bu değildi. Öyle olsa hiç bu kadar zahmete girmeden evde paşalar gibi de izleyebilirdim. Önemli olan orada olma deneyimini yaşamaktı ve bu yaşadığım deneyimi ancak bu kadar tarif edebildim.

Hiç yorum yok: