Trenimiz, şehrin içindeki Santa Lucia garına kadar
geliyor. Gardan çıkar çıkmaz karşımızda Vaporetto durağını buluyoruz. Bunlar,
şehirdeki büyük kanalların arasında dolaşan tarifeli tekneler. Tek yönün fiyatı
7 avro ama tekneler o kadar kalabalık ki kimsenin o biletleri kontrol edecek
hali yok. Biz aynı biletle 2 gün boyunca defalarca vaporettolara bindik
başımıza birşey gelmedi. En temizi bileti al, okutma, at cebine, ortamlarda
soran olursa “ben turistim, bilmiyordum” diye salağa yatarsınız, kim bilecek?
Tren garından 1 numaralı tekneye atlıyoruz. Bu hat, 500T
otobüsü gibi Büyük Kanal’ın üzerindeki sağlı-sollu yer alan tüm duraklarda
duruyor böylelikle kanal üzerinde yer alan bütün tarihi sarayları ve binaları
görebiliyoruz.
Venedik deyince
tabi ki ilk akla gelen şey gondollar.
Ancak 45 dakikalık bir gondol sefası 75 avro. Bunun alternatifi ise
kanalda belli noktalarda karşıdan karşıya geçen gondolun biraz daha büyük
versiyonu olan traghettolar ise sadece 2 avro. Muhtemelen kış olduğu için ne
yazık ki, traghetto durakları boştu ve biz bunu pas geçmek zorunda kaldık.
Her ne kadar kış olsa da Venedik epey kalabalık.
Labirent gibi daracık sokakları olsa da “Venedik’te
sokaklarda kaybolmak çok kolay” biraz klişe kalıyor. Zira, her daim olan
kalabalık, bir karınca yolu misali tek bir sırada akıyor. Eğer o kalabalığa
kapılıp giderseniz zaten San Marco, Rialto gibi merkezi yerlere
varabiliyorsunuz.
Otele eşyaları bırakır bırakmaz kendimizi Venedik’in dar
sokaklarına bırakıp, kalabalığın peşine takıldık. Her dar sokak eninde sonunda
bir meydana çıkıyor. Bir bakıyoruz bir meydanda buz pateni pisti kurulmuş. Bir
başkasında, sosisçiler ve sıcak şarapçılar var.
Bu şekilde Venedik’in adacıklarını arşınlarken, güneşin gitmesiyle hava
buz kesiyor ve günü tamamlıyoruz.
Son günümüzde, Pazar sabahı soluğu erkenden San Marco
meydanında alıyoruz. Tarihi 9. Yüzyıla dayanan bu meydan ve çevresindeki
binalar için Venedik’in kalbi desek yalan olmaz. Sabah 9 gibi henüz daha
turistler uyanıp, ayılamadığı için ortalık sakin. İlk olarak soluğu bazilikada
alıyoruz. Pazar sabahı ayini eşliğinde altın yaldızlı duvar ve tavan
süslemelerine hayranlıkla bakıyoruz. İtalyan Bizans mimarisinin en önemli
örneklerinden olan Bazilika’nın dekorasyonu, örneğin bir Roma’daki katedrallerden
epey bir farklı. Daha çok İstanbul’daki Ortodoks kilisesini andırıyor.
Dışarıya çıktığımızda ortalık şenlenmiş, bazilikaya
girmek için uzun bir turist kuyruğu oluşmuş. Bazilika’nın hemen yanında Palazzo
Ducale bulunuyor. Burası Venedik Devleti’nin yöneticisinin ikametgahıymış,
şimdilerde müze olarak işlevine devam ediyor. Saray’ın bulunduğu yer, denizden
gelenlerin ilk gördüğü yapılardan birisi. Bu sebeple Venedik devletinin
zenginliğini de yansıtması için denize bakan cephesi oldukça ihtişamlı dekore edilmiş.
Sarayın hemen önünde uzun bir kordonboyu bizi
bekliyor. Kış güneşi içimizi ısıtırken
Arsenale’ye kadar deniz kıyısında güneşin keyfini çıkarta çıkarta yürüyoruz.
Sonra oradan tekrar 1 numaralı vaporetto’ya atlayıp Rialto’ya geri dönüyoruz.
Venedik havalimanına gitmek için değişik yollar var.
Bunlardan birisi de tabiki deniz yolu. Hayatımda hiçbir havalimanına deniz
yoluyla gitmediğim için bu değişik deneyimi yaşamak istiyoruz. Ancak gelen teknelerde oturmak için aşağı inmeniz
gerekiyor bu yüzden pek de umduğumuz gibi manzaralı bir yolculuk olmuyor.
Böylelikle bir tatilin daha sonuna geliyoruz. Bundan
sonraki durakta Madrid var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder