Klasik hikayedir; yıllardır sanayisi ile oldukça gelişen,
coğrafi konumu sayesinde İsviçre, Avusturya gibi daha düzenli ve disiplinli
kültürlerden etkilenen Kuzey İtalyalılar, Güneylileri tembel ve asalak olmakla
suçlar, “biz bu güneylilere bakmak zorunda mıyız?” derler. Yılların ezilmişliği ile de 1990 Dünya
Kupası’nda Napoli halkı “Napolililer beni
sever” diyen kendilerini şampiyon yapmış Maradona’nın takımı Arjantin’i
İtalyanlara karşı destekler.
Napoli havalimanına indiğinizde karşılaştığınız bu keşmekeş
ve boşvermiş hava esasında kuzeylilerin ne kadar haklı olduğunun göstergesi
aslında. Pasaport görevlisinin sol elini çenesine dayayıp sağ eliyle omuzunun
üstünden bezgin gözlerle pasaportuna bile bakmadan geç işareti yapması daha
dakika bir gol bir şeklinde bu tembelliğin kanıtı. Schengen bölgesine giriyorum
ve pasaportumda girişim yok. Ola ki biri çevirse, Avrupa’da kaçak konumundayım.
Sonrasında valizlerin çıkacağı kapının değişip, koca bir güruhun öteki tarafa
koşuşturması, ardından çıkışta, karşılamaya gelenlerin kapının önüne
yığıldıkları için insanları yara yara kendimizi dışarıya atmamız işte hep bir
hafta boyunca nelerle karşılaşacağımızın özeti gibiydi.
37 derecede nemli havada valizlerle çok da dolaşmamak için
tren garına yakın, UNESCO dünya mirası listesindeki eski merkezde bir otele
geliyoruz. Korna seslerinin hiç
dinmediği eski merkez bildiğin Aksaray’ı andırıyor. Koruma altına alınan
yayalaştırılmış sokaklar ise bildiğin tahtakale. Açıkçası bu merkezin nesinin
korunduğunu anlamadan, esas olayımıza yani Napoli pizzasına geçiyoruz. 16.
Yüzyılda Peru’dan, o dönemde de fakir
olan Napoli’ye gelen gemiler Avrupa’da
bulunmayan domatesi kıtaya getiriyorlar. Napoliler domatesi hamurun üzerine
sürüp yiyorlar ve ortaya pizza çıkıyor. Hatta bildiğin domates sosu olan, “napoliten sos”un da hikayesi bu. Klasik bir Napoli pizzası deneyimi için öğlen
ilk olarak soluğu Da Michele’de alıyoruz. İçeriye girmek için öncelikle
yaklaşık bir 20 kişilik bir sıra bekledikten sonra duvarları fayanslarla
döşeli, masa örtüsü namına saman kağıdın serildiği salaş ötesi Da Michele’de
bütün menü bir çerçeve içinde duvarıda asılı: Oregano pizza, margarita pizza,
kola, fanta, bira, su. Margarita pizza malumunuz (birazdan buna değineceğim zaten),
Oregano pizza ise salça, sarımsak, kekikten oluşuyor. Bunun dışındaki yok
mantardı, salamdı, sucuktu şuydu buydu gibi malzemeler ise tamamen Amerikan
icadı. Hatta Dominos’ta çalıştığım dönemde bir araştırma yapmıştık. Türk halkı
için paranın karşılığını alabilmek için pizzada ne kadar fazla malzeme varsa o
kadar mübah anlayışı hakim. O yüzden Türkiye’de en çok satan pizza çeşidi
hiçbirşeyin doğru düzgün tadını alamadığınız pek de birşeye benzemeyen
“Karışık” pizzadır, hatta göz açlığı ile kalın hamurlu ekmek kıvamında pizza
söylenir, sonra karın doyunca da “ekmeksiz
götür” anlayışı ile yazık olmasın diye üzerindeki malzemeler tırtıklanır ve
hamuru çöpe atılır, pizza yedim adı altında esasında şarküteri yenilir. Da
Michele’ye geri dönelim. İki pizzadan da birer adet sipariş ediyoruz.
Lahmacundan da ince bir hamurda pizzalar geliyor. Pizzanın tanesi 4 avro. Bu
anektod bir yerlerde bulunsun zira sonrasında gittiğimiz her şehirde
restaurantların pahalılığını karşılaştırmak için margarita pizza endeksini kullanacağız. 1889’da, bir pizzacı, birleşik İtalya’nın ilk
kralı II. Emmanuel’in karısı Margarita için kırmızı domates, beyaz mozarella ve
yeşil fesleğen ile İtalyan bayrağının renklerinde bir pizza üretir. Kraliçe
pizzayı çok beğenir. Pizzanın da ismi kraliçeye atfedilir ve günümüze kadar bu
içerik konulur. Akşam yemeği için ise işte bu pizzacı abinin mekanına Pizzeria
Brandi’ye gidiyoruz. Burası daha bir restoran ve margarita pizzanın fiyatı 6
avro.
Napoli bana bir anlamda Gaziantep’i hatırlatıyor. Şehirde gezip
görülecek yerler var ama öncelikli gitme amacı yemek. Antep’te iki öğün
arasındaki sindirim döneminde soluğu Zeugma müzesinde almıştık. Antep sıcağını
aratmayan Napoli’de ise Pompeii ve diğer antik şehir kazılarından çıkartılan
heykellerin, mozaiklerin sergilendiği Arkeoloji müzesinde serinledik. Dediğim
gibi eski tarihi şehir Aksaray’ı andırıyor. Şehrin daha güzel yerleri liman
kıyısında. Metro istasyonundan çıkar çıkmaz sizi geniş kuleleriyle Castel Nuova
selamlıyor. Yeni kale dendiğine bakmayın yapım tarihi 1282. Pizzacıya giderken
yolumuzun üstünde bir kalabalık ile karşılaşıyoruz. “Aa noolmuş, ne varmış” merakıyla içeri dalıyoruz. Meğerse burası
1737 yılında yapılmış San Carlo Tiyatrosu imiş. Tam oyun arasına denk gelmişiz.
Kimse “hop birader, nereye?” demeden
kendimizi salonun içinde bulduk. Hem aç olduğumuzdan hem de nasılsa birşey
anlamayacağımız için şöyle bi bakıp yolumuza devam ettik. Yemek sonrası
kendimizi Piazza del Plebiscito’da buluyoruz. Meğersa sabahtan beri gelmemiz
görmemiz gereken yer burasıymış. 1860’ta Napoleon’un kayınbiraderi Napoli Kralı
Murad’ın düzenlendiği bu meydanın bir tarafında saray, karşısında bazilika,
etrafında da zamanının önemli binaları var. Meydan ise Muse’dan Bruce
Springfield’a kadar birçok şarkıcının açık hava konseri verdiği bir meydanmış.
Biz bilmediğimiz için anca hava kararınca gittik, ama siz biliyorsunuz
gündüzden gidin.
Böylelikle Napoli’yi tamamlayıp ertesi sabah erkenden
Circumvesuviana treni ile Pompeii’ye doğru yola çıkıyoruz. Pompeii treni
alışılageldik bir şehirler arası tren değil daha çok Sirkeci – Halkalı gibi bir
banliyö treni. Uçak inişe geçtiği zaman Napoli körfezindeki yerleşimlere bakıp,
“Napoli amma büyükmüş” demiştim. Bu
trene binince anladım ki daha çok İstanbul – İzmit arası gibi yerleşimin
kesintisiz olması sebebiyle şehirler içiçe geçmiş. 25 dakika boyunca Pompeii’ye
varana kadar hep evlerin arasından geçtik.
Pompeii’ye vardığımızda, her ne kadar tren istasyonundaki görevli “Vezüv daha sıcaktır, çünkü yüksekte olunca
Güneş’e daha yakınsın” gibi bütün Coğrafya bilgilerini hiçe sayan bir
açıklamada bulunsa da 37 derece sıcaklıkta ilk önce yolumuzu yanardağa
çevirdik. Tren istasyonunun önünden 23 avroya parka bileti de dahil olacak
şekilde dağa otobüsler kalkıyor. Bu otobüsler bizi ulusal parkın girişine kadar
bırakıyor. Oradan sonra boyum kadar lastikleri olan 4x4 minibüsler ile dağa
tırmanıyoruz. Bu yolculuk sırasında mideniz allak bullak oluyor. En nihayetinde
4x4’lerin bizi bıraktığı yerden tozların içinde yaklaşık 20 dakikalık bir tırmanış
ile zirveye çıkıyoruz. O sıcakta o zirveye çıkış gerçekten zorlu oluyor.
Zirveye çıkıp kraterin içine baktığınızda, Mordor’a çıkmış Frodo gibi bir sahne
görmeyi umuyorsanız, unutun öyle birşey yok. Zira dağ 60 senedir uykuda olduğu
için kreterin içinde göreceğiniz tek şey toz haline gelmiş lavlar. Muhtemelen o
son patlamaya tanık olmuş yaşlıca bir amca elindeki siyah beyaz fotoğraflarla
bize patlamayı anlattı. Patlamanın yarattığı basınç ile dağın tepesi patlamış
ve yüksekliği 100 metre azalmış. Sicilyada bulunan ve 2002’de patlayan Etna
bundan daha aktif durumda ve orada dumanlar çıkıyormuş. Buradan ise
görebileceğiniz yegane şey Napoli’den başlayıp Sorrento’ya kadar uzanan körfez
manzarası. Buraya gelirken bindiğimiz
4x4’ler bir buçuk saat sonra bizi aşağıya geri götürüyor. 2500 yıl önce de
lavlar bu şekilde aşağıya inerek koca bir şehri yutmuş ve o dönemde 40 bin
kişinin yaşadığı Pompeii lavların altında kalarak yok olmuştu. Yapılan kazılar
ile şehrin yaklaşık yarısı gün yüzüne çıkarılmış, ki bu da epeyce büyük bir
alan. Evler, amfitiyatrolar, sokaklar, kasabı, manavı ile kocaman antik şehir
Pompeii. Bu kadar gezmenin ardından yavaş yavaş akşam oluyor ve biz
yorgunluktan ölüyoruz. Normal şartlarda insanlar Pompeii’ye ya Napoli’den ya da
Sorrento’dan günübirlik gelirler ve dönerler. Ancak biz yolumuzu Napoli’den
Amalfi’ye çevirdiğimiz için konaklamayı yeni Pompeii’de yapıyoruz. Burası
tahmin ettiğimden daha şirin bir yazlık kasaba. Okullar da kapalı olduğu için
her taraf ergen kaynıyor. Hepsinde fiks iğrenç bir saç tıraşı var: Yanlar
kazıtılmış, tepedeki saçlar ise yana yatırılmış. İki günlük bol tarih, gezip görmeli kısmı
tamamlayıp, yarın 4 gece kalacağımız deniz tatilimiz için Amalfi kıyılarına
geçiyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder