İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

9.02.2017

İnsanoğlu Kuş Misali

İş gezilerinin programı her daim maç programlayacak vakte gelmiyor elbette ki. Dünya Kupası üçüncülüğünden sonra bir türlü toparlayamayan Hollanda, bu kez hazırlık maçı da olsa Fransa’ya yenilirken o esnalarda ben ise Amsterdam Arena’nın birkaç km ötesinde acentelerle yemek yemekle meşguldüm. Ertesi gün akşam saatlerinde fuar için İtalya’ya geçmeden önce ise koca bir gün gezmek için bana aitti. Bu kanallar şehrine daha önce de geldiğim için bu defa rotamı şehrin dışına çevirdim ama nereye gideceğim konusunda açıkçası pek de hazırlık değildim. Bunun üzerine kalktım soluğu turist ofiste alıp fikir danıştım. Görevli kız, “Neden kuzeydeki ortaçağ kasabalarına gitmiyorsun?” deyince bu plan kafama yattı ve günlük otobüs bileti ile Volendam – Edam’a doğru yola düştüm.
Alabildiğince yeşil geniş düzlüklerden geçerken gerçekten de haritada görüldüğü gibi uçsuz bucaksız hayvan çiftlikleri var. Hayatımda hiç bu kadar fazla ineği birden gördüğümü hatırlamıyorum. Hayvancılık bu kadar gelişmişken hem et ucuz oluyor hem de birçok çeşit peynir üretiliyor. İşte, Hollanda’nın Ezine’si diyebileceğimiz Edam, Amsterdam’a 20 km mesafede ve kardeş köyü Volendam ile arasında 3 km var. Yazın güzel bir havada rahatlıkla yürünebilir ancak Kasım bunun için çok da elverişli değil. Esasında iki köy tarihsel olarak da birbirlerine bağlı olmasının yanı sıra yapısal olarak da içiçe geçmiş ve bugün tek bir belediye olarak yönetiliyor.  Her ne kadar bugün deniz kenarındaki Volendam’ın nüfusu Edam’ın üç katı büyüklüğünde  olsa da 1230 yılında kurulan Edam, ortaçağ döneminde daha güçlü bir konuma sahipmiş.
Eminim ki yazın haftasonları güzel havalarda bu kasabalar cıvıl cıvıl oluyordur ama bir Kasım salısı öğle vaktinde her yer in cin top oynuyor.  Ben de derin sessizliğin içinde iki yanı geleneksel evlerle çevrilmiş arnavut kaldırımlı sokakları arşınlarken kendimi Edam peynir pazarının kurulduğu meydanda buluyorum. 16. Yüzyıldan itibaren her hafta burada kurulan pazar 1922 yılında kaldırılmış ardından 1989’da turistik amaçlı olarak temmuz – ağustos aylarında her Çarşamba yeniden konulmuş.
Boş Edam sokaklarını arşınladıktan sonra tekrar otobüse binip Beemster’a doğru yola çıkyorum. Burası 1999 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan 72 km²lik bir alan. Esasında bir göl olan bu alan 16. yüzyılda 50 tane yeldeğirmenin 5 yıl süreyle suları çekmesiyle kurutuluyor ve parsellere ayrılıp oldukça verimli bir tarım arazisi haline geliyor. Bugün hala araziler aynı amaçla kullanılıyor ve üzerinde beş yüzyıllık müstakil çiftlik evleri var. Hal böyle olunca UNESCO çiftliklerin tarihi orijinal yapısına uygun bir şekilde korunması sebebiyle bu çiftlikleri koruma altına almış. Halk otobüsüyle çiftliklerin arasında dolandıktan sonra gerisi geriye Amsterdam’a döndüğümde artık iyiden iyiye acıkmış karnımı doyurmak için bir Türk dönerciye dalıyorum. Avrupa’daki Türk dönercilerde çok meşhur olan ama buraya bir türlü gelememiş bir akım var: Dürüm döneri lahmacuna sarmak. Bir et sever için bence süper bir lezzet. Neden buradaki fastfood dönercilerde bulunmuyor pek anlamıyorum. Bunlardan bir tanesini mideye indirip İtalya’ya doğru yola çıkıyorum.
İtalya’da ilk durak Rimini. Bu Adriyatik Kıyısı’ndaki tatil kasabasını rahatlıkla Antalya’ya benzetebilirim. Zira 15 km’lik plajıyla yazın iğne atsan düşmeyecek kadar kalabalık olan bu şehirde binin üzerinde otel var ve bu kadar büyük yatak kapasitesini kışın da kullanmak için aynı Antalya’da olduğu gibi fuar merkezi inşa edilmiş. Haliyle bu dönemde deniz ile işim olmayacağı için turistler tarafından genelde çok göz ardı edilen şehrin eski tarafı benim ilgi alanıma giriyor. Zira M.Ö. 268 yılında Romalılar tarafından kurulan şehir bir tatil kasabasından daha fazlasını ifade ediyor. Genel olarak Augustus takından başlayıp Tre Martiri ve Cavour meydanlarından geçerek Tiberius köprüsünde sonlanan bir kilometrelik Augustus caddesi  eski şehrin kalbini oluşturuyor. Burada hem Roma hem de rönesans zamanından kalan yapılar bulunuyor. Fuar öncesi bir tam günüm bulunuyor ve Rimini tren istasyonunun hemen karşısından kalkan otobüslere atlayıp tek yön 5 euroya  Avrupa’nın Vatikan ve Monaco’dan sonraki en küçük üçüncü ülkesine, San Marino’ya doğru yola çıkıyorum.
Efsane odur ki 257 yılında Riminili duvar ustası Marinus (hımm, duvar ustası, ilginç) Hıristiyanları idam eden Romalıların elinden kaçmak için Titius dağına tırmanır ve burada bir manastır topluluğu kurar. Aziz olan Marinus’un adıyla 301 yılında bu dağın tepesinde ülke kurulur. Esasında ülke Monaco’dan 20 kat daha büyük ama dağın tepesindeki eski şehir dışında her yer sanayi tesisleri olduğu için görülecek tek yer dağın tepesi. Uzaktan dimdik dağ büyüyor da büyüyor. Otobüs bile zorla tırmanırken,  dünyanın en eski Cumhuriyeti olan bu küçücük ülkenin 17 yüzyıldır nasıl hiç istila edilmediğini anlamak pek de zor değil. Zira ben de asker olsam etrafı üç kuleyle çevrilmiş bu kale şehre tırmanmaya üşenirim.  Zaten otobüs bile belli bir yere kadar geliyor sonra duvarların içine girmek için biraz merdiven tırmanmak gerekiyor. Duvarların içine girdikten sonra eski taş binaların hepsinin altı Çin’den gelmiş  birbirinin aynısı hediyelik eşyalar dükkanları ile sıralı. Sağa git, sola git zaten eski şehri gezmek hepi topu 15 dakika falan sürüyor. Önce turist ofise gidip 5 euroya pasaportuma hatıra vizesi bastırıyorum.  Hatıra diye gittiğim ülkelerden kendi evime posta kartı atmayı severim. Zira Çin’de yapılmış birbirinin aynısı hediyelik eşyalardansa üzerinde kendi el yazımın olduğu damgayla üzerinde tarih olan böylece daha kişisel bulduğum hem de çok çok daha ucuz kartpostalları göndermeyi tercih ediyorum. Dükkanların birinde çok ilginç birşeye rastladım. Fiyatlarının liret olarak yazıldığı 20 yıl öncesine ait San Marino pulları kartpostallara yapıştırılmış, gönderime hazır bir şekilde satılıyor. Her ne kadar önce kuşkuyla yaklaşsam da dükkan sahibi postanenin bu şekilde kabul ettiği konusunda beni ikna edince bir tane alıyorum. Birkaç hafta sonra kart elime ulaşmıştı. San Marino’da birkaç saat geçirdikten sonra tekrar otobüse atlayıp 10 km ötedeki ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin memleketine geri dönüyorum. Rimini’nin havalimanına da onun adı verilmiş zaten. Eve dönmeden önce son olarak uğrayacağım durak ise Milano. 

İş arkadaşım Andrea ile işleri bitirdikten sonra bana nereye gitmek istersin diye sorduğunda hiç düşünmeden “İsa’nın Son Yemeği”ni görmek istiyorum deyince bana “onu görmek için 2 ay öncesinden rezervasyon yapman lazım” diye karşılık verdi. Bunun üzerine peki o zaman AC Milan’ın müzesine gidelim, deyiverdim. Zaten Milanlı olan Andrea teklifimi geri çevirmedi ve böylelikle soluğu Casa di Milan’da aldık.

Müzeye ilk girdiğimizde kronolojik bir koridor bizi karşılıyor. Burada 100 yıl öncesine ait formalar, toplar, belgeler, bulabildikleri ne varsa yerleştirilmiş. 1968’e geldiğimizde ilk videolu bölüme geliyoruz: Milan’ın ilk Avrupa Şampiyonluğu’nu kazandığı yıl. Bu videolu bölümler diğer Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarında da devam ediyor. Daha sonra bizi Milan’ın tüm kupalarının sergilendiği sofa karşılıyor. Bir sonraki salonda ise Milan formasıyla yılın futbolcusu ödülünü kazanmış 6 oyuncu Rivera, Van Basten, Gullit, Weah, Şevçenko ve Kaka ile birlikte efsane iki kaptan Baresi ve Maldini onurlandırılıyor. İlginçtir, Şevçenko takımdan ayrılmayı kendi istemesine karşılık halen daha en azından müzede fazlasıyla kendine yer bulan bir futbolcu. Örneğin onun başrol aldığı bir hologram film müzede önemli bir yer kaplıyor. Ardından bizi geleceğin yıldızları diye bir bölüm karşılasa da haliyle Milan’ın şu an içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak burası müzenin en sönük kısmı kalıyor. Düşünün ki zamanında bu kadar yılın futbolcusu çıkartan kulüp, Delofeu’yü kiraladığına sevinecek duruma gelmiş. Bu küçük ve önemsiz bölümü hızlıca geçtikten sonra bizi Şampiyonlar Ligi müziği eşliğinde büyük bir salon karşılıyor. Haliyle 7 defa bu kupayı kazanınca kendini Şampiyonlar Ligi ile özdeşleştirebiliyorsun. Burada şampiyonluk formalarından, kazanan takımların formalarına kadar birçok ayrıntı mevcut. 
Müzenin çıkışında Milan’ın resmi mağazasından da geçtikten sonra artık yavaş yavaş İstanbul’a dönmek için havalimanına koyulabilirim. Esasında oradan oraya sürekli yollarda geçen bir iş seyahatinde aralara bu anıları da serpiştirebildiğim için mutlu bir şekilde uçağa atlayıp dönüyorum.

Hiç yorum yok: