İş gezilerinin programı her daim maç programlayacak vakte
gelmiyor elbette ki. Dünya Kupası üçüncülüğünden sonra bir türlü toparlayamayan
Hollanda, bu kez hazırlık maçı da olsa Fransa’ya yenilirken o esnalarda ben ise
Amsterdam Arena’nın birkaç km ötesinde acentelerle yemek yemekle meşguldüm. Ertesi
gün akşam saatlerinde fuar için İtalya’ya geçmeden önce ise koca bir gün gezmek
için bana aitti. Bu kanallar şehrine daha önce de geldiğim için bu defa rotamı
şehrin dışına çevirdim ama nereye gideceğim konusunda açıkçası pek de hazırlık
değildim. Bunun üzerine kalktım soluğu turist ofiste alıp fikir danıştım.
Görevli kız, “Neden kuzeydeki ortaçağ
kasabalarına gitmiyorsun?” deyince bu plan kafama yattı ve günlük otobüs
bileti ile Volendam – Edam’a doğru yola düştüm.
Alabildiğince yeşil geniş düzlüklerden geçerken gerçekten de
haritada görüldüğü gibi uçsuz bucaksız hayvan çiftlikleri var. Hayatımda hiç bu
kadar fazla ineği birden gördüğümü hatırlamıyorum. Hayvancılık bu kadar
gelişmişken hem et ucuz oluyor hem de birçok çeşit peynir üretiliyor. İşte,
Hollanda’nın Ezine’si diyebileceğimiz Edam, Amsterdam’a 20 km mesafede ve
kardeş köyü Volendam ile arasında 3 km var. Yazın güzel bir havada rahatlıkla
yürünebilir ancak Kasım bunun için çok da elverişli değil. Esasında iki köy
tarihsel olarak da birbirlerine bağlı olmasının yanı sıra yapısal olarak da
içiçe geçmiş ve bugün tek bir belediye olarak yönetiliyor. Her ne kadar bugün deniz kenarındaki
Volendam’ın nüfusu Edam’ın üç katı büyüklüğünde olsa da 1230 yılında kurulan Edam, ortaçağ
döneminde daha güçlü bir konuma sahipmiş.
Eminim ki yazın haftasonları güzel havalarda bu kasabalar
cıvıl cıvıl oluyordur ama bir Kasım salısı öğle vaktinde her yer in cin top
oynuyor. Ben de derin sessizliğin içinde
iki yanı geleneksel evlerle çevrilmiş arnavut kaldırımlı sokakları arşınlarken
kendimi Edam peynir pazarının kurulduğu meydanda buluyorum. 16. Yüzyıldan
itibaren her hafta burada kurulan pazar 1922 yılında kaldırılmış ardından
1989’da turistik amaçlı olarak temmuz – ağustos aylarında her Çarşamba yeniden
konulmuş.
Boş Edam sokaklarını arşınladıktan sonra tekrar otobüse
binip Beemster’a doğru yola çıkyorum. Burası 1999 yılında UNESCO Dünya Mirası
Listesi’ne alınan 72 km²lik bir alan. Esasında bir göl olan bu alan 16. yüzyılda
50 tane yeldeğirmenin 5 yıl süreyle suları çekmesiyle kurutuluyor ve parsellere
ayrılıp oldukça verimli bir tarım arazisi haline geliyor. Bugün hala araziler
aynı amaçla kullanılıyor ve üzerinde beş yüzyıllık müstakil çiftlik evleri var.
Hal böyle olunca UNESCO çiftliklerin tarihi orijinal yapısına uygun bir şekilde
korunması sebebiyle bu çiftlikleri koruma altına almış. Halk otobüsüyle
çiftliklerin arasında dolandıktan sonra gerisi geriye Amsterdam’a döndüğümde
artık iyiden iyiye acıkmış karnımı doyurmak için bir Türk dönerciye dalıyorum.
Avrupa’daki Türk dönercilerde çok meşhur olan ama buraya bir türlü gelememiş
bir akım var: Dürüm döneri lahmacuna sarmak. Bir et sever için bence süper bir
lezzet. Neden buradaki fastfood dönercilerde bulunmuyor pek anlamıyorum.
Bunlardan bir tanesini mideye indirip İtalya’ya doğru yola çıkıyorum.
İtalya’da ilk durak Rimini. Bu Adriyatik Kıyısı’ndaki tatil
kasabasını rahatlıkla Antalya’ya benzetebilirim. Zira 15 km’lik plajıyla yazın
iğne atsan düşmeyecek kadar kalabalık olan bu şehirde binin üzerinde otel var
ve bu kadar büyük yatak kapasitesini kışın da kullanmak için aynı Antalya’da
olduğu gibi fuar merkezi inşa edilmiş. Haliyle bu dönemde deniz ile işim
olmayacağı için turistler tarafından genelde çok göz ardı edilen şehrin eski
tarafı benim ilgi alanıma giriyor. Zira M.Ö. 268 yılında Romalılar tarafından
kurulan şehir bir tatil kasabasından daha fazlasını ifade ediyor. Genel olarak
Augustus takından başlayıp Tre Martiri ve Cavour meydanlarından geçerek
Tiberius köprüsünde sonlanan bir kilometrelik Augustus caddesi eski şehrin kalbini oluşturuyor. Burada hem
Roma hem de rönesans zamanından kalan yapılar bulunuyor. Fuar öncesi bir tam
günüm bulunuyor ve Rimini tren istasyonunun hemen karşısından kalkan otobüslere
atlayıp tek yön 5 euroya Avrupa’nın
Vatikan ve Monaco’dan sonraki en küçük üçüncü ülkesine, San Marino’ya doğru
yola çıkıyorum.
Efsane odur ki 257 yılında Riminili duvar ustası Marinus
(hımm, duvar ustası, ilginç) Hıristiyanları idam eden Romalıların elinden kaçmak
için Titius dağına tırmanır ve burada bir manastır topluluğu kurar. Aziz olan
Marinus’un adıyla 301 yılında bu dağın tepesinde ülke kurulur. Esasında ülke
Monaco’dan 20 kat daha büyük ama dağın tepesindeki eski şehir dışında her yer
sanayi tesisleri olduğu için görülecek tek yer dağın tepesi. Uzaktan dimdik dağ
büyüyor da büyüyor. Otobüs bile zorla tırmanırken, dünyanın en eski Cumhuriyeti olan bu küçücük
ülkenin 17 yüzyıldır nasıl hiç istila edilmediğini anlamak pek de zor değil.
Zira ben de asker olsam etrafı üç kuleyle çevrilmiş bu kale şehre tırmanmaya
üşenirim. Zaten otobüs bile belli bir
yere kadar geliyor sonra duvarların içine girmek için biraz merdiven tırmanmak
gerekiyor. Duvarların içine girdikten sonra eski taş binaların hepsinin altı Çin’den
gelmiş birbirinin aynısı hediyelik
eşyalar dükkanları ile sıralı. Sağa git, sola git zaten eski şehri gezmek hepi topu
15 dakika falan sürüyor. Önce turist ofise gidip 5 euroya pasaportuma hatıra
vizesi bastırıyorum. Hatıra diye
gittiğim ülkelerden kendi evime posta kartı atmayı severim. Zira Çin’de
yapılmış birbirinin aynısı hediyelik eşyalardansa üzerinde kendi el yazımın
olduğu damgayla üzerinde tarih olan böylece daha kişisel bulduğum hem de çok
çok daha ucuz kartpostalları göndermeyi tercih ediyorum. Dükkanların birinde
çok ilginç birşeye rastladım. Fiyatlarının liret olarak yazıldığı 20 yıl
öncesine ait San Marino pulları kartpostallara yapıştırılmış, gönderime hazır
bir şekilde satılıyor. Her ne kadar önce kuşkuyla yaklaşsam da dükkan sahibi postanenin
bu şekilde kabul ettiği konusunda beni ikna edince bir tane alıyorum. Birkaç
hafta sonra kart elime ulaşmıştı. San Marino’da birkaç saat geçirdikten sonra
tekrar otobüse atlayıp 10 km ötedeki ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin
memleketine geri dönüyorum. Rimini’nin havalimanına da onun adı verilmiş zaten.
Eve dönmeden önce son olarak uğrayacağım durak ise Milano.
İş arkadaşım Andrea ile işleri bitirdikten sonra bana nereye
gitmek istersin diye sorduğunda hiç düşünmeden “İsa’nın Son Yemeği”ni görmek
istiyorum deyince bana “onu görmek için 2
ay öncesinden rezervasyon yapman lazım” diye karşılık verdi. Bunun üzerine
peki o zaman AC Milan’ın müzesine gidelim, deyiverdim. Zaten Milanlı olan
Andrea teklifimi geri çevirmedi ve böylelikle soluğu Casa di Milan’da aldık.
Müzeye ilk girdiğimizde kronolojik bir koridor bizi
karşılıyor. Burada 100 yıl öncesine ait formalar, toplar, belgeler,
bulabildikleri ne varsa yerleştirilmiş. 1968’e geldiğimizde ilk videolu bölüme
geliyoruz: Milan’ın ilk Avrupa Şampiyonluğu’nu kazandığı yıl. Bu videolu
bölümler diğer Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarında da devam ediyor. Daha sonra
bizi Milan’ın tüm kupalarının sergilendiği sofa karşılıyor. Bir sonraki salonda
ise Milan formasıyla yılın futbolcusu ödülünü kazanmış 6 oyuncu Rivera, Van
Basten, Gullit, Weah, Şevçenko ve Kaka ile birlikte efsane iki kaptan Baresi ve
Maldini onurlandırılıyor. İlginçtir, Şevçenko takımdan ayrılmayı kendi
istemesine karşılık halen daha en azından müzede fazlasıyla kendine yer bulan
bir futbolcu. Örneğin onun başrol aldığı bir hologram film müzede önemli bir
yer kaplıyor. Ardından bizi geleceğin yıldızları diye bir bölüm karşılasa da
haliyle Milan’ın şu an içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak burası müzenin
en sönük kısmı kalıyor. Düşünün ki zamanında bu kadar yılın futbolcusu çıkartan
kulüp, Delofeu’yü kiraladığına sevinecek duruma gelmiş. Bu küçük ve önemsiz bölümü hızlıca geçtikten sonra bizi Şampiyonlar
Ligi müziği eşliğinde büyük bir salon karşılıyor. Haliyle 7 defa bu kupayı
kazanınca kendini Şampiyonlar Ligi ile özdeşleştirebiliyorsun. Burada şampiyonluk
formalarından, kazanan takımların formalarına kadar birçok ayrıntı mevcut.
Müzenin çıkışında Milan’ın resmi mağazasından da geçtikten sonra artık yavaş
yavaş İstanbul’a dönmek için havalimanına koyulabilirim. Esasında oradan oraya
sürekli yollarda geçen bir iş seyahatinde aralara bu anıları da
serpiştirebildiğim için mutlu bir şekilde uçağa atlayıp dönüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder