İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

9.04.2017

Halkidiki - Selanik

İnsanların markalar üzerinde sosyal medyanın gücünü fark edip, “aha şuraya ‘ xx tarihli abc firması rezaleti’ başlıklı bir topic açayım da benim şikayetimi ciddiye alsınlar” düşüncesi ile ota boka entryler açılıp ekşisözlüğün artık iyice sikayetimvar.com’a çevrildiği bir ortamda günün anlam ve önemine istinaden Madımak Oteli, Aziz Nesin gibi entry başlıklarının arasında parıldıyordu beni ilgilendiren başlık: 2 Temmuz 2016 İpsala gümrük kapısı rezaleti! Her ne kadar her bayram döneminde artık “gümrük kapılarındaki sıralar bilmem kaç kilometreye ulaştı” haberleri klasikleşmişse de bu farklıydı. Yunanistan tarafındaki gümrükçüler tam da bizim bayram haftamızda grev yapıyorlardı. Sözlükte yazanlar kapıdan 3 saatte geçtiklerini söylüyorlardı. Biz mi ödüyoruz ulan paranızı, gidin paskalyada, Noel’de yapın grevinizi çok istiyorsanız, bizim bayramımızdan ne istiyorsunuz?

Pazar sabahı işte bu ekşisözlük entysini okuduktan sonra kara kara nasıl gitsek diye düşünmeye başlıyoruz. İpsala’nın alternatifi Edirne tarafındaki Pazarkule’den geçmek. Ancak oradan geçtikten sonra tekrar Dedeağaç’a inmek için 1 saat daha fazla yol yapmak gerekiyor.

Yeni ehliyetlerin Avrupa Birliği standartlarında olmasıyla artık arabayla Yunanistan'a geçmek epey kolaylaştı. Artık tek gereken 67 avroya 15 gün geçerli yeşil kart adı verilen trafik sigortasından almak. Bunu en azından İstanbul'daki büyük sigorta şirketlerinden temin edilebileceği gibi, İpsala çıkışındaki Turing binasından da alınabiliyor. Tam bayram arifesi olduğundan bütün sigorta şirketleri kapalı. Haliyle önümüzde tek bir seçenek kalıyor o da ver elini İpsala.

Yolun üzerinde, Tekirdağ’da daha önce gördüğümüz, uçağı restoran yaptıkları tesisteki molayla beraber yaklaşık 4 saatte geliyoruz arabaların durduğu noktaya. Hazır söz açılmışken şu restoran için de bir çift laf edeyim: Uçağın içini komple boşaltıp restorana çevirmişler ama madem uçakta yiyeceksin o zaman bunun bedelini öde diye bir mantık gütmüş işletme. Haliyle Tekirdağ'a gelmişken Tekirdağ köfte yemek istiyoruz ama o ucuz olduğu için onu uçakta servis etmiyorlarmış. İlla bonfile yiyeceksin o da aşağıda verdiğin fiyatın %20 daha pahalısına. Paşa paşa aşağıda Tekirdağ köftesini yeyip yola kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Çanakkale dönüşünü geçtikten sonra yol bozulmaya ve sağ şeritte bir tır kuyruğu oluşmaya başlıyor. Çok geçmeden biz de durup kontak kapatıyoruz. Sadece gümrük sahasına girmemiz bile 2 saatimizi alıyor. Normalde belki de insanların 15 dakikada geçip gittiği için duty free dışında pek de bir tesisin olmadığı gümrük sahasındaki market kıtlıktan çıkan insanlar tarafından yağmalanmış durumda, bildiğin korku filmi modunda. Türkiye gümrük sahasından çıkarken 3,5 saati geride bırakıyoruz. Bir tırcıya kaç gündür burada olduğunu soruyorum. Eliyle dört işareti yapıyor. Bu sorudan gazı almış olacak ki bu defa başlıyor veryansına: “La ne işiniz var bu gavurların memleketinde? Aha bak bu kadar bekletiyorlar sizi, siz gidiyorsunuz para bırakıyorsunuz adamalara!”

Nihayet Türk tarafından geçip, Meriç nehrinin üzerindeki köprüden geçtiğimizde hava kararmaya başlıyor. Kırmızı beyaz parmaklıklarla başlayan köprünün tam ortasına geldiğimizde kırmızının yerini mavi alıyor. Böyle betimlemelere geçtiğime bakmayın, zira hikaye burada sonlanmıyor. Yunan çeltik tarlalarının üzerinde tam da sınır kapısının önünde bir kez daha kontak kapatıyoruz. İşte şimdi bunca saat neden beklediğimizi anlıyorum. Zira paşalar gidiyor 3 aracı geçiriyor, sonra çay molası veriyor, yarım saat moladan döndükten sonra yine 3 araç geçirip bu döngüyü devam ettiriyor. Çentik tarlalarının sinekleri dışarıya çıkmayı imkansız kılıyor. Zaten artık 5 saat olmuş iyice fenalıklar basmışken nihayet sıra bize geliyor. Sadece pasaport ve sigortaya baktıktan sonra grevdeki amca arabaya bakmaya bile tenezzül etmeden gönderiyor bizi Yunanistan otobanına.  

Hakkını verelim otoban güzel. Orta refüj çalılarla örülü karşı şeritteki araçların farları gözümü rahatsız etmiyor. Tekirdağ’dan itibaren sürekli yamalı yollarda gittikten sonra cillop gibi asfallta Dedeağaç, İskeçe diye sırayla Batı Trakya şehirlerini geride bırakıp en sonunda 5 saatlik bekleyişle birlikte 11 saati bulan yolculuğumuzun ardından ara mola yerimiz Kavala’ya varıyoruz.

Öncesinde çok da bir yerleşimin bulunmadığı Kavala, Kanuni zamanında su kemeri çekilip temiz su tedariği sağlanmasıyla önemli bir liman kenti haline gelmiş. Başta İstanbul’dan gelenler tarafından bayram zamanı istila edilip Kuzey Ege’deki üçüncü Türk adasına çevrilen Taşöz’e geçiş de Kavala limanından yapılıyor. Geniş, top sahası büyüklüğündeki balkonları ve güneşi engellemek için konulmuş tenteleri ile Kavala şehir merkezindeki evler fazlasıyla Alsancak kordonunu andırıyor. Üzerinde kalenin olduğu tepeye doğru giderken her yerde Türkçe tabelalar belirmeye başlıyor: Kavala kurabiyesi bulunur. Bu damla sakızlı kurabiyeler istisnasız buraya gelen her Türk’ün eşe dosta götürdüğü hediye olduğu için Türk Lirası bile kabul eden bu kurabiyeciler ardı ardına sıralanıyor. Antalya’da çat pat Rusça konuşan esnaf misali Arnavut kaldırımlarından tepeye doğru tırmanırken sürekli Rum aksanıyla bir “Merhaba, hoşgeldiniz!” sesleri duyuyoruz. Kalenin en tepesine çıkıp Kavala kanatlarımın altında dedikten sonra bu şirin şehir ile ilgili meramımızı tamamlayıp esas hedefimize, Halkidi’ye doğru yola çıkıyoruz.

Halkidi yarım adası üç tane parmaktan oluşuyor. En doğudaki parmak otonom bir bölge olarak kabul edilmiş ve kutsal sayılan Athos dağının eteklerindeki manastırlarda yaşayan keşişler bulunuyor. Kadınların girmesi yasak. Hatta zamanında bir kadın milletvekili parlamentoda “böyle ayrımcılık olur mu, ben nasıl Yunanistan toprağına giremem” diye atarlansa da avucunu yalamış. Ben araştırmadım ama internette yazdığı kadarıyla bölgeye girmek için Selanik’ten özel bir vize alınması gerekiyormuş. En batıdaki parmak Selanik’e yakınlığı sebebiyle daha gelişmiş ve büyük kasabaların olduğu yer. Biz ise tercihimizi ortadaki Sitonia’dan yana kullanıyoruz. Zira Tripadvisor’a göre en yüksek puanlı 10 plajın 8 tanesi bu parmakta yer alıyor. 

Booking.com’dan bulduğumuz Elizabeth House ile e-mail yoluyla iletişime geçip, booking.com’dan rezervasyon yapmazsak kaça olur pazarlığına girmiş böylece geceliğine 10 avro indirim almıştım. Sitonia’ya vardığımızda babaannesinin evini dört odalı bir otele çeviren bizim yaşlarımızdaki Elizabeth bizi karşılıyor. Booking.com’a sadece bir odasını rezervasyona koyuyormuş. Zira booking.com müşterileri anlamsız kaprislerini bak bunu yapmazsan sana düşük puan veririm diye tehdit ederek yaptırdıkları için booking.com’dan gelen müşterileri sevmiyormuş. Sadece bedava reklam olsun diye bir odasını koyuyormuş. Hazır booking.com mevzusu istim üzerindeyken bu anektodu da koymak istedim. Bunun dışında zaten “rekabet edemiyorsak kapattıralım” mantığından başka bir şeye hizmet etmeyen bu yasağa diyecek başka bir sözüm yok. Bizden başka bir Türk çift daha kalıyor otelde. Cihangir’de bir tango okulu işleten bu çift de birçoğumuz gibi göç etmenin yollarını arıyor ve kararlarını İstanbul’a en yakın olan büyük şehir Selanik olarak vermişler. Bir yandan sevdiklerine yakın kalmayı başarıp öte yandan da buradan kendini dışarıya atmayı başarmak da oldukça mantıklı bir yaklaşım.

Her ne kadar biz trip advisor’dan dersimize çalışmış olsak da Elizabeth elindeki bölge haritasında güzel plajları yuvarlak için alıp haritayı bizim elimize tutuşturuyor. Bunun dışında yolda giderken zaten turkuaz denizi gördüğümüz yerde sağa çekip kendimizi suya atıyoruz. Yine de bazı plajlar için hiçbir tabela yok bildiğin köy yollarının ardından bizi uzun bir kumsal karşılıyor. Birkaç tane özel beach var ama biz zaten arabanın arkasında şemsiyemiz ve sandalyelerimiz ile gezdiğimiz için hiç gerek duymadık. En kötü zaten plajlarda illa ki birkaç ağaç oluyor. Gölgesine yat uzan. Etrafta tahmin ettiğimden çok daha az Türk var. Artık onlarda da mı tatildir nedir bilmiyorum ama Halkidiki Sırp plakalı araçların istilası altında.

Buradaki en sevdiğim uygulamalardan biri “Cantina” adı verilen içinde sac ızgarası, buzdolabı olan kamyonetler. Adam sabah plaja gelip kamyoneti kuruyor. Jeneratörü çalıştırıp buzdolabını bağlıyor. Sac ızgarayı yakıyor. Sonra da akşam toparlanıp gidiyor. 2 avroya tavuk şiş sandviç, 1,5 avroya bira. Öğle yemeği için gayet ideal bir çözüm. Bütün bir gün o plaj senin bu plaj benim diye dolandıktan sonra akşam soluğu deniz kıyısındaki tavernalarda alıyoruz. Kumsalın üzerinde gün batımına karşı atmışız masamızı. 20’lik uzo 6 avro, bir porsiyon sardalye 6,5 avro. Mezesi şusu busu iki kişi 25-30 avro fiyata masadan kalkıyoruz. Hal böyleyken kim Bodrum'a gitmek ister ki?

Havanın kapalı gösterdiği bir gün ise yönümüzü Selanik’e çeviriyoruz. Yunanistan’ın ikinci büyük şehri 3000 yıllık bir geçmişe ve Roma döneminden kalan UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan birçok yapıya sahip.  Bu Roma yapıları ve Bizans kiliselerinin bulunduğu eski şehir birbirine oldukça yakın ve Aya Demetrios’dan sahildeki Beyaz Kule’ye kadar 2 km’lik bir diyagonal içerisinde yer alıyor. Arabayı Sezar Galerius’un sarayının kalıntılarının oraya park edip eski Zeus tapınağı Rotunda’dan gezmeye başlıyoruz. Bir yanda eski Roma İmparatorluğu kalıntıları, diğer yanda 1500 yıllık Bizans kiliseleri ile şehir bir bakıma bana Roma’yı hatırlatıyor.

Selanik dünyada kişi başına en çok bar kafenin düştüğü şehir, hal böyle alınca iki adımda bir soğuk frappuccino satan kafelerin arasından geçtikten sonra mekanlar demleme çay satan kahvelere dönüşmeye başlayınca Atatürk’ün evine yaklaştığımızı anlıyoruz. Haliyle Türkler’in yoğun ziyaret ettiği bu bölgedeki işletmeler de menülerini bizlere yönelik oluşturmuşlar.  Atatürk’ün evi 1933 yılında Türk hükümeti tarafından satın alındıktan sonra 1953’te müze olarak açılmış aynı zamanda Türk elçiliğinin içinde yer alıyor.

Son olarak kendimizi sahil tarafına atıyoruz. Burada bizi şehrin simgesi sayılan Beyaz Kule karşılıyor. Kule 1430’da Osmanlı tarafından alındıktan sonra hapishane olarak kullanılmış ve birçok infazın gerçekleşmesiyle halk arasında kulenin ismi Kızıl (Kanlı) Kuleye çıkıyor. 1912’de Selanik Yunanların eline geçince ise kulenin temizlendiğinin sembollenmesi adına kule beyaza boyanıyor ve ismi de Beyaz Kule olarak değiştiriliyor. Kule 4,5 km’lik sahil şeridinin tam ortasında yer alıyor. Biraz yürüdükten sonra daha fazla dayanamayıp kendimizi sahildeki lokantalardan birine atıyoruz. Yine greek saladlı, Mythos biralı ucuzundan bir yemek sonrası tekrar Halkidi’ye dönüyoruz.

Bizim kaldığımız yere yakın orta büyüklükte Nikiti kasabası var. Uzun geniş bir kordon boyunda “Merhaba” diyerek bizi mekanlarına çekmeye çalışan birçok restoran ve iki de büyük süpermarket bulunuyor. Dönüş yolunda markete girip İstanbul'a erzak depoluyoruz. Zira burada 70’lik uzoyu 9 avroya alıyoruz. Tekrarlıyorum, duty free’de değiliz, yazlık bir bölgedeki süpermarket fiyatından bahsediyorum. Yaklaşık 4 saat sonra İpsala sınır kapısındayız. Artık grev bitmiş, bir saatte sınır geçişini tamamlayıp memlekete giriyoruz. Açıkçası bu fiyatları gördükten sonra kış tatilinde Bulgaristan’a, yaz tatiline Yunanistan’a gitmemek kanımca aptallık. Zaten bu deneyimin ardından iki ay sonraki Kurban Bayramı’nda tekrar yönümüzü Yunanistan'a bu defa Sakız'a çeviriyoruz.

Hiç yorum yok: