Lakin futbol dünyamızın duayenlerinden kabul edilen (İyi-kötü, gerçekten de öyledir) Talay Erker, maçtan önce çalıştığı gazetenin (Star) tam sayfa haber yaptığı bir iddiada bulunur: “Bu maçı Fenerbahçe kazanacak”. Bu iddiasına gösterdiği dayanak, teknik-taktik bir analiz içermemekle birlikte, şundan ibarettir: “Ben, seneler seneler seneler önce (Burada Talay Erker’in yaşına ve futbol dünyamızdaki geçmişine hürmet ediyoruz), Fenerbahçe’nin çok iyi, Galatasaray’ın berbat olduğu bir dönemde oynanan bir derbi için de Galatasaray kazanacak dediğimde herkes gülmüştü. Ama o maçı Galatasaray kazandı”
Neyse..
Oynanan maçı Galatasaray, tahmin edilenden de daha kolay kazandıktan iki gün sonra Talay Erker gazetesinde bu sefer yarım sayfalık, hatırladığım kadarıyla 6-7 maddede temellendirdiği bir savunma yazar.
Hepsi birbirine benzeyen bu maddelerin muhteviyatını en iyi açıklayacak ikisi şunlardır:
-Ben, Zeman’ın 4-3-3 oyun sisteminde bu kadar ısrarcı olacağına ve bu maçta bile bundan vazgeçmeyeceğine…
- Sergen’i hala forvet hattının solunda oynatıp, takımı bir kişi eksik oynatacağına…
ihtimal vermemiştim.
Bu iki maddeden, ve bu iki madde ışığında diğer 4-5 maddeden çıkartılacak sonuç; Talay Erker’in tahmininin tutmamasından kendisinin değil, takımı onun tahmin ettiği gibi oynatmayan Zeman’ın sorumlu olduğudur; tabi eğer Zeman’ın, Atatürk Havalimanı’na adım attığı günden, aynı yerden İtalya’ya uğurlandığı güne kadar tüm basın toplantılarında ve basın açıklamalarında “Ben bu oyun sistemiyle (4-3-3) başarılı oldum ve bunu değiştirmem. Fenerbahçe’nin kadro yapısı da buna müsait. Böyle oynamayı öğrenecekler.” ve Sergen’in oynadığı pozisyon ile ilgili ilk spekülasyonlar ortaya atıldığı andan itibaren de: “Sergen’in benim oyun sistemimde oynayabileceği tek pozisyon bu. Burada oynamak istemiyorsa kendisi bilir” deyip durduğunu bilmeyenler yahut balık hafızalı spor basınımız ve spor kamuoyumuz için…
Tüm bu zırvaları niçin anlattım? Tabi ki kendimi haklı çıkarmak için.
Aşağıdaki cümleler bana ait, benim bir önceki yazımdan:
“Kuru milliyetçilik yapmanın lüzumu yok. Nasılsa Tromsø İstanbul’da 3-4 gol yemeden tur için kendisine muhakkak lazım olan bir gol bulamayacak ve Galatasaray’ı eleyemeyecek. Onun için 78. dakikada gelen golü ilahi adaletin bir tecellisi sayarak lafa başlayalım.”
Şimdi…
Madde 1:
Ben, Gerets’in klasik 4-4-2 sisteminde ısrar edip, Hakan Şükür’ü yine yedek kulübesinde bekleteceğine ihtimal………
Amaaaaan!
Tromsø, bu turu 180 dakika boyunca akıttıkları terin son damlasına kadar haketti kardeşim.
Galatasaray, ikinci maçta biraz daha akıllı ve iyi oynayıp, iki gol daha fazla atabilseydi, Galatasaray da hakedecekti.
Ne yani?
Ivırını, zıvırını bu kadar kurcuklayıp, hakkında Gerets’in bile bildiğinden şüphe duyulacak kadar veri topladığım Tromsø’dan, ben bile bu başarıyı beklemiyordum diye, kuru milliyetçilikle ilk maçtaki sahayı ve adeta ikinci maç için beraberlerinde getirdikleri yağmuru mu bahane edecektim; hem de bir İskandinav takımının bu kadar hırslı oynayabilmesini, aktif futbolu altı ay önce bırakmış taze bir teknik direktörün ağzımı bir karış açık bırakan tercih ve hamlelerini ayrıca takdir etmişken?
Kaç zamandır Galatasaray’ın kadrosunda, sorumluluk alıp takımı yönlendirecek bir virtüöz, yahut hücum bölgesinde topu ayağına aldığında rakibi tedirgin edecek, takımının daha kolay hücuma çıkacak cesareti bulmasını sağlayacak, sıkışan herkesin top atmaktan çekinmeyeceği bir ofansif orta saha oyuncusu yok.
Yine de Galatasaray’ı; Avrupa’da gelen başarının verdiği cesaret ve sonraki nesle kattığı havayla mı, Terim’in aşıladığı motivasyonun hala bazı futbolcuların akıllarının ücra bir köşesinden onları yönlendirmesiyle mi, Hagi’nin takıma oynatmaya çalıştığı pozitif futbolun sirayetiyle mi...? Kimbilir hangi etkiyle oynamaya devam edebildiği kaliteli futbol nedeniyle kutlamak lazım. Tabi, takımın sıkıştığı anlarda, senelerdir kimsenin çalamadığı sazı eline almaya cesaret eden ucuz kahramanları da eleştirmekten kaçınmayarak.
Takıma ilk katıldığı dönemlerde gösterdiği performansı övenlere, enaniyet mi, tevazu mu anlaşılmaz bir şekilde ve o performansı Hakan Şükür’ün rüzgarıyla gösterdiğinden bihaber (Selamlar Oben): “Ben aslında ofansif orta saha oyuncusuyum” diyen Necati gibi mesela.. İki Tromsø maçında da, Hakan’ın oyuna girmesinden sonra, o esas mevkiine kaydırılan Necati; yoksa, her iki maçta da bu hamleye karşılık oyuna dahil edilen, ikinci sınıf Norveç Ligi’nin, ikinci sınıf Tromsø takımının yedek oyuncusu Valtin’e diş bileyemiyor mu?
Ya da, 7 maçta (Toplam 494 dakikada) 9 golle Avrupa’ya neğme yollayan milli kahraman Ümit Karan gibi.. Hani, maç boyunca tek olumlu hareketini, maçın fiilen bittiği 60. dakikada yapan Ümit.
Evet, maç o dakikada, yerden ceza sahasına gönderilen pası, Hakan Şükür’ün çapraz koşuşla markajcısını teke düşürdüğü alandan Ümit’in yatarak ayağının içiyle Hasan’ın koşu yoluna yuvarlaması ve Hasan’ın plasesinin auta gitmesiyle bitti. Çünkü bu, Galatasaray’ın son bilinçli hücumuydu ve ancak gol olsa arkası gelebilirdi.
Gerisi: Hasan’ın bocalamaları… Daim işçi Hakan Şükür’e (Oben Kaymakçalan; ziyaretçin var) şişirilen ve onun “Orada Olmayan Adam”ları oynayan Ümit ve Necati’ye indireceği toplardan umulan medet… İki senedir takımdan bir türlü gönderilemeyen Saidou’ya emanet orta saha… vs… vs… Son dakikalarda Mondragon’un yaramazlıkları da olmasa, kasvetli bir yarım saat.
Ha, bir de esame listesinde Volkan diye bir çocuk gördüm. Kimdir bu, bilen var mı? Transfer dönemi kapandığına göre altyapıdan gelmiş olmalı.
Tromsø, maç boyunca bir kez panikledi, onda da Szekeres’in topu arkasındaki Christiensen’e bırakmayıp lüzumsuzca kafaya çıkması sonucu golü yedi.
Galatasaray ise, normalde ekol gereği altı kişiden oluşan ama bu sefer bir hayli takviyeli etten duvarı aşmak için yapması gereken iki şeyden birini hiç yapmadı, diğerini ise birkaç başarılı ve bir hayli başarısız denemenin ardından rafa kaldırıp, Türk Futbolu’nun can simidi şişirme toplara (Bu can simidinin futbolumuza girişinde, modern futbolumuzun kurucusu Derwall’in payı var mıdır Oben’ciğim – Alman usülüdür de, o bakımdan) yöneldi.
Bu yapması gerekenlerden ilki, çizgiye inmektir ki, hayatında o çizgiyi gördükleri şüpheli Heinz, Hasan ve bilhassa Sabri ile mi yapacaktır bunu? İkincisi de o kalabalığın arasına hiç hesapta olmayan ve topla oyalanmadan iş bitirecek adam(lar) sokmaktır (Bkz. G.saray – Rosenborg maçı ve Hagi) ama oralarda zaten bir Necati dolanmaktadır değil mi?
Çekilen şutların bir türlü kaleyi bulmaması ise şanssızlık falan değildir. Çünkü rakip bir Norveç takımıdır ve nedendir bilinmez (Bilinmez mi acaba) bu takımlarla oynayan herkesin en büyük şikayeti, kaleye gönderilen şutların %70-80’inin, bu adamların kıçlarından-başlarından dönmesidir.
Sakın hiçkimse yağmurdan-çamurdan ve bu faktörler nezdinde şanssızlıktan da bahsetmesin, çünkü iki maç da güllük-gülistanlık hava ve tertemiz sahalarda oynansaydı aynı hiçkimseler, 3,5 mevsim kış yaşanan Norveç’in hem de en kuzeyinden gelen ve lig maçlarının büyük çoğunluğunu bu tür hava koşulları altında ve bu tür zeminlerin üstünde oynayan Tromsø’nun şanssızlığından bahsetmeyecekti.
Şanstan bahsedeceksek; geçmiş yazıdan yine tutmayan bir diğer tahmine ve dolayısıyla Beşiktaş’a geçelim (Ama yine bir zırva anlatmayalım, haklı çıkmak adına, hayli uzadı bu yazı)..
Şu cümleler de benim bir önceki yazımdan:
“Şimdi Beşiktaş’ın işi, deplasmanda kapanırken beklenmedik kadar kötü çıkan Malmö’nün, kendi evinde normal futbolunu oynarken, üstelik 1-0’lık deplasman avantajını da koruyamayacak kadar kötü çıkmasına kalmış; yani bir nevi şansa.. Ama kimbilir, belki de Beşiktaş dengede giden maçlarda yaptığı üzere beklenmedik kadar iyi çıkar. Dedik ya; artık gerisi şans..”
Evet, Malmö yine çok kötüydü; ve evet Beşiktaş da bir hayli iyiydi. Ama Beşiktaş’a bunları sağlayan ve maçı kazandıran faktör şans mıydı? Hayır.
İsteyen yine de şans desin, ilk maçın sonunda yerden yere vurduğumuz Rıza Çalımbay, onbirinciye kadar mükemmel oyuncu tercihleri (Ki o onbirinci de maç ertesi gazetelerin kahraman ilan edeceği Youla’dır; bir de Çağdaş var ama o da en azından sırıtmayarak arada kaynadı) ve bilhassa Malmö’yü yalamış-yutmuş izlenimi uyandıran maç taktiğiyle bu maçı ve turu Beşiktaş’a getiren en önemli unsur oldu.
Oyuncu tercihlerinin en mükemmeli şüphesiz Sergen’di. Hani o, Galatasaray’da kaç zamandır yok dediğimiz iki oyuncu profilinden “Hücum bölgesinde topu ayağına aldığında rakibi tedirgin edecek, takımının daha kolay hücuma çıkacak cesareti bulmasını sağlayacak, sıkışan herkesin top atmaktan çekinmeyeceği” olanının tam karşılığı; Malmö’nün kendi yarı sahasına çakılıp kalmasının saha içindeki müsebbibi..
Onun haricinde, Kleberson’u rahatlatıp daha faydalı olmasını sağlayan Okan ve ilk maçın sivrileni Elenga’yı, Ahmed Hassan ile birlikte perişan eden Ali Güneş (Stili bile yeter hocam) de diğerleri..
İşin taktik kısmı; hücumda zeten sadece, Gökhan’ın dönüşüyle toparlanan savunmanın rahatlıkla alt edeceği Afonso Alves ve sprint için Osmanovsky’yi bırakan Malmö’yü, iyi bir hücum ve orta saha presiyle kendi yarı sahasında tutmak. Skor avantajına rağmen kontratak bulamayan Malmö’nün, özellikle taçlarda ve duran toplarda organize hücuma çıkışları da ağır bir takım oldukları için başlarına bela olunca Beşiktaş maçı beklediğinden de kolay kazandı.
Vaziyeti daha iyi anlamak için, ilk yarı sonu istatistiklerden birine bakalım: Malmö’nün ilk yarıda rakip kaleye attığı şut sayısı sıfır..
3-0’lık skoru antrenman yapar gibi bulan Beşiktaş, Sergen çıkıp Tayfur oyuna girerken serbest vuruştan bir gol yiyince, eski faciaları hatırlayıp “Aman Hocam, Tümer” demeye kalmadı, Tümer’in ısındığını gördük. Bu sayede de Beşiktaş, bu dakikaya kadar Sergen’in dar alan etkinliğiyle bulduğu hücum bölgesi üstünlğünü, Tümer’in geniş alan etkinliğiyle devam ettirdi.
Sonuçta, Beşiktaş’ın tam anlamıyla olmasa da, Rıza Çalımbay’ın taktik anlamda sivrilip kendini bulduğuna şahit olduğumuz bir akşamdı. Ve iki hafta öncesinin tam aksine bu sefer, önce Galatasaray’la bozulan sinirlerimizi toparlayıp bize keyifli dakikalar yaşatan da, iki hafta öncesinin mesulu Rıza Çalımbay’dı.
Ee, Malmö’nün ilk maçın aynısını oynamaya çalışması mı şanstır o zaman? O kadar da olsun canım...
İlginç bir şekilde, hem ilk maçlarda, hem de ikinci maçlarda; hem skor bakımından, hem de sahada oynanan futbol bakımından sürprizler yaşadık, Türk futbolseverler olarak.
Ama bu sürprizler salt bizimle sınırlı değildi: Galatasaray; Feyenoord, Auxerre, Osasuna, Everton, Leverkusen gibi elenen iddialı takımlar; Beşiktaş da, Alkmaar, Halmstad, Sevilla gibi, gitti denilen turu geri getiren takımlar kervanında yer aldı.
Yani UEFA Kupası’nın birinci turu, sadece bizi değil, herkesi şaşırtan sürprizlerle doluydu..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder