12 Eylül 1980, bu ülkenin tarihindeki tüm diğer günlerden başka bir gün. Çünkü kendinden önce gelen ve işine gelmeyen her şeyi sildi, kendisinden sonra gelen her şeye ise kokusu sindi. Türkiye’nin düşünce iklimini tamir edilemez şekilde sakat bıraktı. Kendi nesillerini ve algısını yarattı. Dibine kadar vasatlığa, şovenliğeve hoyratlığa batmış bir hayatla bizi baş başa bıraktı.
12 Eylülü hem getiren, hem ondan aslan payını alan neoliberalizm de bu ülkenin üstüne çökmekten geri durmadı. 12 Eylül nesilleri Tonton Özal Amcaları’ndan parayla her şeyin satın alınabileceğini, gücü olanın her şeye hükmedebileceğini öğrendi. Her şeyin ve herkesin üstüne binilebilir, üstüne binilebilen her şeye kırbaç vurulabilirdi. Gücü yeten, gücü yeteneydi artık.
Spor, 12 Eylül cuntasının ve Özalizm’in hep değişmez göz bebeği oldu. Milliyetçilik, militarizm, paranın saltanatı ne istersen koyabiliyordun içine. Bir halkı kendinden geçirmenin en geçerli yoluydu. Bu uğurda gerektiğinde rejimin prensleri devreye sokuldu, gerektiğinde komşu ülkelerden parayla sporcu “satın alındı”. Türkiye halkı sportif başarının yarattığı öforiyle bir kez tanıştı ve onu bir daha asla bırakamadı. Her şeyin kazanmaya bağlı olduğu bir dünyaya ait olmanın sıradan insanlar için en tatlı ödülüydü spor. Bir eylül günü beyinlere atılan formatların doğurduğu yeni ihtiyaçlar, spor sahalarında karşılanıyordu. Reagan’ın Amerika’sında, Thatcher’ın Britanya’sında olduğu gibi...
Özal’dan ve cuntadan eskisini hatırlayamayanlar bugün otuz yaşına merdiven dayadılar. Otuz yaşını geçenlerin bir kısmı bile Özal’ı “tonton amca” olarak hatırlıyorlar. Ne 12 Eylülün işkenceleri, ne sonrasının sınıf düşmanlığı bu dimağlarda herhangi bir şekilde yer tutmuyor. Üstelik bütün bunları hatırlamasalar da, sonuçları kanlarına işlemiş durumda. 12 Eylül ve sonrasındaki Özalizm’in yarattığı dünya, onlar için hayatın tek gerçeği. Her şey kazanma ihtiyacının bencilce tatmini üzerine kurulu.
Geçen hafta Evrensel’de Sevgili Mithat Fabian Sözmen, “Keşke ben yazmış olsaydım” demekten kendimi alamadığım bir yazıya imza attı. Sözmen Olimpiyat’a giden sporcuların birer “ulusal gurur üreteci” olarak algılandığını söylüyor ve şu haklı soruyu soruyordu; “Nedir senenin 364 günü umurlarında olmayan bir sporcu üzerinde politikacıların, medyanın, halkın bu kadar talepkar olabilmesi, hak iddia edebilmesinin sırrı? Benzer şekilde o sporcunun da tüm bu baskı altında başarısız olduğunda bu insanlardan özür dileme ihtiyacı hissetmesi?”
Türkiye özelinde bu sorunun cevabı bu ülkenin son otuz yılında yatıyor. Her şeyi kazanma hırsının, ulusal gurura endekslenmiş kişisel komplekslerinin, eksikliğinin tatmini penceresinden algılayan nesillerin yaratılmış olmasında yatıyor. Bu kitleler tatmin olamıyor, olamadıkça hırçınlaşıyorlar. Bir zamanlar Bulgaristan’a toka edilen bir milyon dolarla gelen ve ülkenin başka her alanda tuvalet kağıdına çevrilen prestijinin yerine konan sportif başarı bugün gelmeyince toplu bir hezeyana kapılıyorlar. “364 gün ne yaşadığını umursamadıkları” sporcunun sözüm ona başarısızlığından vahşice hesap soruyorlar. Altı kez o zorlu Olimpiyat barajlarını geçip dünyanın en önemli spor olayına kalifiye olmuş olmak onları kesmiyor, derme çatma bir alt yapıyla, okullardaki saçma sapan beden eğitimi müfredatıyla, Olimpiyat’ta ne yapacağını dört yıl boyunca gün gün planlayan ülkelerle başa baş mücadele etmek tatmin etmiyor. Zerre kadar katkıları olmayan ve kendileri denese yanına yaklaşamayacakları sportif performansları tefe koyuyorlar. Onlara bu hırçınlığı da, bu cahil cesaretini sağlayan da Türkiye’nin otuz yıldır içinde yaşatıldığı akıl tutulması.
Sosyal medyadan aynen alıntılıyorum; “Ben sporculardan altın madalya bekliyorum çünkü yapabilecekleri kapasite var, eğer yapamıyorlarsa otursunlar kendilerini eleştirsinler, vıdı vıdı bahane uydurmasınlar. Bu turnuva ikinci oldum, çok üzgünüm, bundan sonra çok daha fazla idman yapıp birinci olmaya çalışacağım’ desinler”. Özal neslinin tüm bencilliğini ve hoyratlığını bire bir temsil eden bu mesaj birden çok noktada yanılıyor. Birincisi; sen bu sporculardan hiçbir şey bekleme hakkına sahip değilsin. Çünkü sen bu sporculara hiçbir şey vermedin; senin kendini bir parçası sandığın (ve yanıldığın) devletin ise hep aldığından azını verdi. Beden eğitimi derslerinde kızların eline basketbol topu değmeyen bu ülkeden çeyrek finalist kadın basketbol takımı çıktı; Olimpiyat derecesi yapan yüzücülerin havuzunun kapatıldığı bu ülkeden altı Olimpiyat yüzüp rekorlar kitabına giren yüzücü çıktı. Sen istediğin kadar beğenme, o kitap seni değil onu yazacak; sen o kitapta dipnot bile olamayacaksın. Bu ülkeden boş arsada idman yapıp madalya alan çekiççi çıktı. Senin kendini tatmin etmeye yeltendiğin o bir günde dahil olduğun hayatın kalan günlerinde bu insanlar ilgisizlikle, imkansızlıkla, sistemsizlikle uğraştılar. Ve senin seyirci olarak bile gitmeyi becerebileceğin tartışmalı olan bir yerde yarıştılar. “Vıdı vıdı”yı yapan sensin, “bahane” de dediğin şey bu ülkenin şaka derecesindeki spor sisteminin saçmalıkları. Bu insanlar ne yapıyorlarsa kendi emekleri adına, uğruna hayatlarını adadıkları şey için yapıyorlar. Sen elinde cipsle televizyon başında nara atasın diye yapmıyorlar. Bu insanların başarıları kendilerini, başarısızlıkları seni temsil ediyor. Çünkü onlar vardıkları yer için çok fedakarlık yaptı, sen hiçbir şey yapmadın. Onlar bilmem neredeki Türkiye şampiyonasında çalışmayan skorbordla, olmayan ekipmanla uğraşırken, sen -sporla çok ilgiliysen- havaalanında Brezilyalı futbolcu karşılıyordun. Onlar için hayatlarında senin tek bir fonksiyonun var, gölge ediyorsun; etmesen mutlu olurlar.
Tek satır Olimpik planı olmayan, 2012-2016 arası hangi sporda ne yapacağı meçhul, spor deyince futbolu bile değil Süper Lig’i anlayan, katılımcı olmayan, cinsiyetçi, ayrımcı, şoven bu spor ortamında, Olimpiyat’ta en “başarısız” olan sporcunun bile kimseden özür dilemesi gerekmiyor. Aksine kaçıncı olurlarsa olsunlar, konformizme batmış bu kadar kof bir nesilden sıyrılıp bir şeylere ulaştıkları için tebrik edilmeyi hak ediyorlar. Daha fazlasını yaparlarsa da bunu Özal’ın bencil çocukları ve onların temsilcileri sayesinde değil, onlara rağmen yapacaklar. Onların kurduğu ağır psikolojik baskıyı yenerek yapacaklar. Onlar şu halleriyle bile “ulusal gurur üreteçleri” ya da ergen öfkesini hayat biçimine dönüştürmüş bir kuşağın mastürbasyon objesi olmaktan fazlasını hak ediyorlar.
Beğenmeyenler için futbolcuların köle gibi alınıp satıldığı, kulüp başkanlarının hapisteki çete mahkumlarından icazet aldığı, her daim paranın konuştuğu “Süper” Lig başlıyor, az sabretsinler. O bayıla bayıla benimsedikleri müşteri pozisyonunda istediklerine rahat rahat fırça çekerler. Zaten o ligin var oluş amacı bu kervanı yürütmek değil mi?
2 yorum:
Mükemmel bir yazı olmuş. Galiba kendini aştın İlker Dalgıç.
olm yazı benim değil, en başta da yazdım Dağhan Irak'ın.
Yorum Gönder