Bir ülkeyi ya da o ülkenin insanlarının düşünüş şeklini anlatmak çok zor bir iştir aslında. Koca bir kitap, uzun bir film yetmeyebilir çoğu zaman. Bazen de bütün bir tarz-ı hayat bir kişinin bünyesinde cisimleşiverir ve bunu anlatmak için başka şey düşünmeye gerek kalmaz; her kimse o kişiye bakmak yeterli olur. İşte 80’lerin sonunu 90’ların başını yaşayan Türkiye için bu anoloji objesi Altın Ayakkabı sahibi Tanju Çolak’ın ta kendisidir.
O zamanlar Tanju’dan bahseden her cümle içinde beleşçi kelimesini kullanmamak yasaktı. Beleşçiydi Tanju; ceza alanı içinde topun gideceği noktaya çöreklenir, çerçeveden başka bir hedefi olmayan ayak içini hazırda tutar ve zamanı geldiğinde cezayı keserdi. Biz de severdik beleşi ancak hepimiz iş bitirme konusunda Kral kadar mahir olmadığımızdan bazılarımız yolunu buldu, bazılarımız yolda kaldı.
O günlerde sorulsa belki herkesin hayali Galatasaray’da top oynamak, üstü açık kırmızı BMW sahibi olmak ve Hülya Avşar’la beraber olabilmekti ama bunlara ulaşabilen sadece O’ydu. İnsan hayalleri kadardır derler belki de bu yüzden fazlasını hiç denemedi, Monoco’da taç giymeye gittiğinde bir “thank you” diyememesi bundandı; O daha fazlasını istememişti. Kendisinin dışında orada bulunan iki futbolcunun da yabancı dil konuşabilmesi Tanju için sorun değildi, ne de olsa “onların ana dili zaten yabancı dil”di. Aynı yıllarda ihracat yapabilmek için bir karşı tarafa ihtiyaç duymayan insanların ülkesinde bundan doğal bir şey olamazdı.
Bir insan için en büyük şanslardan biri doğru zamanda doğmaktır. Kral beleşçi olduğu kadar şanslıydı da. “Tanju Çolak” olabilmek için başkanla karşılıklı rakı içebilmek gerekirdi ve o zamanlar bu mümkündü. Şimdi bir başkanın mesela Aziz Yıldırım’ın bir futbolcusuyla karşılıklı kadeh tokuşturduğunu hayal edebilir misiniz? “Tanju Çolak” olabilmek için futbolcu kaçırmak diye bir müessesenin olması gerekirdi, futbolcu transferinde en sık kullanılan yolun “onunla ilgilenmiyoruz” dedikten üç gün sonra bombanın patlatıldığı sonradan da kimsenin “hayırdır, ilgilenmiyordunuz n’oldu” demediği günümüzde bu tür polisiye maceralara yer var mı?
Bugün’ün Türkiye’si biraz Hakan Şükür biraz Fatih Terim biraz Sergen Yalçın biraz şu biraz bu olabilir ama o günün Türkiye’si Tanju’dur işte. Kazanılan onca paraya rağmen kaçak Mercedes işine girişilir. Halbuki yola çıkarken hayalimiz BMW değil midir? Şampiyonluğa oynayan diğer takımda “hatırını kıramayacağınız bir arkadaşınız olmadığı için” diğer takımdaki arkadaşınız “fazla zorlama” dediğinde zorlamayız hiç birimiz. Ta ki o takımdaki başka bir arkadaşımız attığı golden sonra bir kolunu L yapıp diğeriyle dirseğini tutana kadar. O zaman sinirlenir biz de golümüzü “çakarız”. Sırası gelmişken söyleyelim, bu kadar yıl geçmesine rağmen Tanju hala gol atmaz, O hep “çakar”.
Fakat yıllar geçer ve doğru zaman, doğru yer kavramları hep görecelidir. Geçen yıllar sonucu oluşan tabloda gelen toplar Kral’ın istediği gibi değildir. Bu yüzden lokantacılık, otelcilik, bilgisayar yazılımcılığı, biodizel gibi işlere girer ama bir türlü voleyi vuramaz. Zaten bu tip işlerden ziyade teknik adamlık, yorumculuk gibi işler yapması beklenmez mi? Lakin Tanju’ya göre adamlığı ve karizmasından dolayı teknik adamlık görevleri kendisine verilmemektedir zira Türkiye’de insanlar “yönetecekleri tipte” insanlar aramaktadır ve Tanju Çolak onlardan biri değildir. Yorumculuk kariyeri ise konuşabilme kabiliyeti yer tutma ya da son vuruş becerisi kadar üst seviye olmasa da incilerle doludur. “İnanmıyorum, inanmak istemiyorum Ercan”ı kim unutabilir? Bu işte tutunamamasını ise Kanal D’ye “aldırdığı” Can Tanrıyar ve Şansal Büyüka’nın vefasızlığıyla açıklamaktadır. Bu kez oyunu bozan dobralığıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder