İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

23.03.2007

Bir maçın acısını ömür boyu çeken kaleci: Gyula Grosics

Altıpasta Tek Başına köşesine yazı yazarken, genellikle önce size bir sonraki yazıda anlatacağım isimleri duyuruyor ve bu isimlerle ilgili araştırmaları daha sonra yapıyorum. Grosics ve Gilmar’ı bir arada hatırlayacağımızı yazdığımda da durum aynıydı. Ancak, Grosics’le ilgili araştırma yapmaya başladığım zaman gördüm ki bu büyük kaleciyi, 1950’lerin Macar Milli Takımı’ndan ayrı tutmak imkansız gibi. Grosics, belki de 20. yüzyılın en iyi kalecileri listesinde, ülkesiyle en çok bütünleşmiş isimlerden birisi. Bu sebepten dolayı affınıza sığınarak bu yazıda hem Grosics hem de futbol tarihini değiştiren Macaristan takımını bir arada ele alıyorum. Gilmar, bir sonraki yazıya kalıyor.

Internetten yaptığım araştırmalarda Grosics ismini girdiğim zaman, kalecinin kariyerinden çok 1954 finali ve sonrasına ilişkin sayfalar çıkıyor. Tabi aranızda Macarca bilen varsa belki de o sitelerde daha ayrıntılı bir şeyler bulabilir. Elimizdeki bilgileri şöyle bir derleyelim; Gyula Grosics 4 Şubat 1926 tarihinde, Macaristan’ın Dorog kentinde doğar. Futbola 1947 yılında Mateosz klubünde başladıktan sonra, 1950’de Milli Takımın da iskeletini oluşturan Honved’e transfer olur ve takımın 1950-56 yılları arasında kazandığı 4 şampiyonluğu görür. Kariyerine 1957’de deyim yerindeyse sürüldüğü Tatabanyai Banyaszi’de devam eder ve doğduğu bölgenin bu takımında 1962 yılında futbolu bırakır. Dediğim gibi kendisiyle ilgili çok az özel bilgi var. Mesela bıkana kadar araştırdım ama boyunu bulamadım. Kaleci olarak en büyük özelliği ise gerektiğinde toplara bir defans oyuncusu gibi müdahale ederek bir nevi “ikinci bir süpürücü” özelliği taşıyan ilk kalecilerden olması. Yine de iyi bir kalecidir heralde çünkü kendisine takılan bir “kara panter” lakabı var. 1949-62 yılları arasında Macaristan Milli Takımının kalesini 86 kez korumuştur. Bu yazı kalecinin futbol sahasından çok, saha dışındaki hayatına odaklanıyor. Zaten inanın, bu yazıyı beğenmez de kendiniz araştırmak isterseniz de karşınıza farklı bir şey çıkmayacaktır.

Hatırlarsanız geçen yazıda 1980’lerin Fransa’sı için çoğu kişinin “Dünya Kupası Kazanamayan En İyi Takım” nitelendirmesi yaptığını yazmıştım. Bu bahtsız takımın ünvanı için en büyük rakipleri 1970’lerin Hollanda’sıyla, 1950’lerin Macaristan’ı olmuştur. Ama herhalde bu iki takım da Dünya Kupası’nda en azından finale ulaşabildikleri için vatandaşın gönlü biraz daha Fransa’ya kaymıştır.

Onlara kimisi “Altın Takım” diyordu, kimisi “Sihirli Macarlar”... Ya da “Muhteşem Macarlar” veya “Yenilmez Macarlar”... Başındaki sıfat ne olursa olsun, 1940’ların sonundan 1956’ya kadar Macaristan Milli Takımı, bütün dünyanın çekindiği bir takımdı ve bir yıl içerisinde birisi futbol tarihini, diğeri ise belki de iki ülkenin geleceğini etkileyen iki maça çıktı. Başta geçen yıl göçen Puskas olmak üzere; Czibor, Hidegkuti, Kocsis, Bozsik gibi efsane isimler Gusztav Sebes yönetiminde çıktıkları her maçta özellikle hücum zenginliği yüksek bir futbol sunuyorlardı. Üst üste 32 maç yenilmeyen Macar Milli Takımı’nın bu rekoru hâlen kırılamamıştır. Daha sonra başladıkları 18 maçlık serinin sonu da bizim 50 yıl boyunca anlata analata bitiremediğimiz zafer olmuştur. Macaristan, ada dışından gelip de İngiltere’yi Wembley’de yenen (bu maçı aşağıda daha ayrıntılı anlatıcaz), ya da Sovyetler Birliği’ni evinde deviren ilk takımdır. Aynı 80’lerin Fransa’sı gibi Macaristan’ın da tacında tek bir mücevher vardır; o dönemde hâlen prestijli olan 1952 Olimpiyat Şampiyonluğu.

Ama aynı Macaristan, futbol tarihinin belki de en dramatik maçlarından birisinin mağdurudur ve bu maçın sonrası şu Balkan filmlerinin adamın yüreğine hançer hançer saplanan hikayeleri gibidir... Hatta mümkünse yazıyı yürek burkan Balkan müzikleri eşliğinde okuyun.

1954 Dünya Kupası Finali, üzerine belgeseller ve hatta bir de film çekilen bir maçtır. 4 Temmuz günü oynanan karşılaşma Alman futbol tarihine “Bern Mucizesi” olarak geçmiştir ve bazı sosyologlar tarafından 2. Dünya Savaşı sonrasında Alman halkının yeniden ayağa kalkışının başlangıç noktası olarak bile görülür. Ne demişler: futbol asla sadece futbol değildir.

Aslında finaldeki iki takım, bizim de 48 yıl ara vermeden önceki ilk ve tek Dünya Kupası grubumuzda karşılaşmıştı. Garip bir fikstür nedeniyle bizim maç yapmadığımız Macaristan, Bati Almanya’yı dağıtmıştı: 8-3 ve Bern’in Wankdorf Stadında 60,000 kişinin önüne çıktıklarında tam 32 maçtır kaybetmiyorlardı. Grup maçlarında perişan ettikleri Batı Almanya finalde bir kez daha karşılarına çıkınca Macarlar, büyük ihtimalle kupayı çantada keklik görmüşlerdi. Ama olmadı. Belki de olmayacağı daha baştan belliydi. Çeyrek ve yarı finali rahat geçen Batı Almanların aksine Macaristan, Brezilya ve Uruguay (hatırlayınız-bir önceki DK’nın finalistleri) maçlarını Puskas’tan yoksun oynamışlar ve uzatmalarda kazanabilmişlerdi. Puskas ise, grup maçında Alman defans oyuncusu Liebrich’ten yediği tekmeler nedeniyle finale zor yetiştirilmiştir. Hatta yarı final maçını başka bir şehirde oynayan Macarlar, uzatma nedeniyle dönüş trenini kaçırmış ve otellerine özel arabalar vasıtasıyla ancak sabaha karşı ulaşabilmişti. Grosics’le sonradan yapılan röportajlarda kaleci, final maçından önceki gece kaldıkları otelin çevresinde sabaha kadar süren bir festival eğlencesi olduğunu hatırlıyor. Buzansky de final maçında belli bir süre sonra yorgunluğun artık dayanılmaz bir hale geldiğini söylüyor. Batı Almanya’nın zaferi açıklamak için Adi Dassler’in ürettiği yeni çivili kramponlar ve hatta doping bile ileri sürüldü. Ancak özellikle ikinci seçeneğe Macar oyuncular da karşı çıkıyor: “Biz o zaman doping kelimesini bile bilmezdik”.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi en iyi oyunlarını kuru zeminlerde döktüren Macarlara inat Temmuz ayında yağmur yağmaya başlamıştı. Karşı takımın en önemli ismi Fritz Walter ise yağmuru ve ağır zemini seviyordu. Walter, grupta oynanan 8-3’lük maçtaki Almanya kadrosundan o gün de sahaya çıkan sadece 3 isimden birisidir. Diğer 8 oyuncu ise, Sepp Herberger tarafından yedekler arasından seçilmiştir. Bu hamle Macarları şaşırtmak için miydi yoksa 8-3 hezimetini yaşayan oyuncuların Macaristan’ın karşısında psikolojik olarak ezilmemesi için miydi bunu sizin yorumunuza bırakıyorum.

Yine de İngiliz hakemin düdüğüyle maça fırtına gibi giren Macaristan olur. 6. dakikada Puşkaş, 8. dakikada Czibor’un golleriyle maç 2-0’a geliverir. Belki de Batı Almanları o gün hezimetten kurtaran isim, bu iki gole hemen 10. dakikada cevap verebilen Morlock’tur. Trafikten dolayı maça 15 dakika geç kalan birkaç seyirci tam sinirden şapkalarını yemeye başlamışlardır ki Rahn 18. dakikada skoru eşitler. Grosics, bu golden önceki korner atışında Shepherd’in kendisine yaptığı faülün verilmediğini söylüyor: “Maçtan 40 yıl sonra o dönemin Batı Alman oyuncularıyla bir araya gelmiştik. Bu pozisyonu hatırlattığım zaman, Shepherd’in her korner ya da ortada beni rahatsız etmesi için Teknik Direktör Sepp Herberger tarafından özel olarak görevlendirdiklerini söylediler”.

Sonrasında geçen yaklaşık 65 dakika boyunca sahnede gol için bastıran Macarlar ve o günkü maçın büyük kalecisi Toni Turek vardır. İkinci Dünya Savaşı sırasında tankçı bir binbaşı olan ve sonrasında Almanya’nın ilk efsane spor spikeri hâline gelen Herbert Zimmerman önündeki mikrofona o güne kadar duyulmamış ve sonradan çok eleştirileceği sözler bağırmaktadır; “Toni sen bir şeytansın, Toni sen bir futbol tanrısısın”. Zimmerman 84. dakikada Rahn’ın attığı ikinci golü ise şöyle anlatır “Schafer ortaladı... Kafa..! Uzaklaştırıyorlar.. Rahn oradan vurmalı... Rahn vuruyor... Gol gol gol gol... .Almanya’nın golü... Almanya 3-2 önde... Bana çılgın deyin... Bana deli deyin...”. Zimmerman’ın bir kaç metre ötesinde maçı Macarlara anlatan Gyorgy Szepesi ise göz yaşlarına boğulmuştur. Bitime iki dakika kala Puşkaş’ın bir golü ofsayt nedeniyle geçersiz sayılır ve Batı Almanya, daha sonra iki defa daha alacağı Dünya Kupası’nı ilk kez o gün kaldırır. Grosics: “Nizamiydi. Orta hakem golü verecekti ama yan hakemin ısrarları sonucunda vazgeçti”.

Buraya kadar anlattıklarımı belki bir yerlerden duymuş ya da okumuşsunuzdur, çünkü tarih çoğunlukla kazananları yazar. Ama Almanlar için “Bern Mucizesi” olan maç Macarlar için “Bern Yarası”dır ve bundan sonrası o günün kaybeden Macar takımı için acı dolu günlerin başlangıcıdır. Bern’deki maçın son düdüğüyle birlikte sevinç gösterileri için sokaklara dökülen Almanların aksine, Budapeşte’deki kalabalık öfke içerisindedir. Maçın üzüntüsü bir süre sonra; mağaza camlarının kırıldığı, arabaların tahrip edildiği, Teknik Direktör Gusztav Sebes’in evine saldırıldığı ve 1948’de ülkede göreve gelen Komünist yönetime karşı sloganların atıldığı bir gösteriye dönüşür. Hatta sonradan, yukarıda andıklarımızla aynı kabileden olan bazı başka sosyologlar ve Grosics’in kendisi de, 1956 yılında Komünist rejime karşı yapılan ve Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle bastırılabilen ayaklanmanın ilk tohumlarının 4 Temmuz 1954 günü atıldığını iddia edeceklerdir. Ne demişler: futbol asla sadece futbol değildir.

İsviçre’de yapılan Dünya Kupası’nın finalinin kahramanı Turek’tir ancak onun yerine 20. yüzyılın en iyi kalecileri arasına o gün Macaristan’ın kalesini koruyan Gyula Grosics girmiştir. Geçtiğimiz yıl Puşkaş’ın ölümüyle o efsane takımın Buzansky ile birlikte hayatta kalan son iki üyesinden birisi hâline gelen Grosics 15 yıllık kariyerine rağmen sadece iki maçla hatırlanacaktır. Bu iki maçın ikincisi olan 1954 finalinde Rahn’dan yediği o golü ve hâlen peşinde bir hayalet gibi gezen o maçı hayatındaki bütün her şeye değişmek istiyordur herhalde: “Top parmaklarımın sadece 10 santim ötesinden geçti ve o anda dünya başıma yıkıldı”.

Yeniden 1954’e gidiyoruz. Macarlar yıkılmış bir şekilde Budapeşte’ye dönerken ordu tarafından karşılanır ve şehre 60 km uzaklıktaki Tata kampına götürülürler. Orada takımı, dönemin Komunist Parti Başkanı ve Başbakanı “Stalin’in en iyi öğrencilerinden birisi” Matyas Rakosi beklemektedir. Milli takımı teselli eden Rakosi, sporda bu tür şeylerin normal olduğunu ve hiçbirisinin yenilgi nedeniyle cezalandırılmaktan korkmamasını söyler. “O ana kadar hiçbirimiz korkmuyorduk ama bu sözler üzerine korkmamız gerektiğini anlamıştık”. Grosics, yediği 3 gol nedeniyle yenilginin baş sorumlusu olarak görülür ve bu maç için Macar Milli takımının en ağır bedeli ödeyen ismi olur. 1954 finalinin ardından sadece altı ay geçmiştir ve Grosics “casusluk ve vatana ihanet” suçlamasıyla Ocak 1955’te gözaltına alınır. İlk gözaltı ve sorgulamadan sonra, büyük ihtimalle futbolun üst düzey yetkililerinin ricasıyla serbest bırakılır ancak soruşturma bitene kadar ev hapsinde tutulur. Bu arada Grosics’in babası sebepsiz yere işten çıkartılır. “Macar halkı Teknik Direktör Sebes’in aksine, oyunculara hiç bir zaman kötü davranmamıştır” Buraya Sebes’in koyu bir komünist parti taraftarı olduğunu da yorumsuz olarak not düşelim. Grosics, Milli Takım’da çok az ismin komunizm taraftarı olduğunu ve kendilerinin bu isimlerin yanında görüşlerini yüksek sesle ifade etmekten kaçındıklarını söylüyor. Soruşturmasına rağmen kaleci yine de futbol oynayabilmektedir ve karşısına bütün bunlardan kurtulma fırsatı da çıkacaktır.

1956 sonbaharında sırada Macaristan’da komünizm karşıtı büyük bir ayaklanma patlak verir ve devreye Sovyet tankları girer. Grosics, o sıralar Budapeşte’yi ikiye ayıran Tuna nehrinin diğer tarafında oturan Puşkaş, Hidegkuti, Budai ve Kocsis’in antreman ve maçlardan sonra evlerine kurşun yağmuru altındaki köprülerden geçerek gittiklerini anlatıyor. Hatta bir defasında kendisi de çapraz ateş arasında kalmış ve bir aziz heykelinin altına sığınarak kurtulabilmiş. Yine de ülkedeki karmaşıklığa rağmen Milli Takım ve Honved uluslararası maçlar için ülke dışına –tabi çok sıkı kontroller altında- çıkabilmektedir. Bu çıkışlar bütün kontrollere rağmen Puşkaş, Kocsis ve Czibor başta olmak üzere efsane takımın çoğu oyuncusu ve belki de daha önemlisi büyük umutlar bağlanan Genç Milli Takımdaki 15 oyuncunun 13’ünün Macaristan’dan kaçışına sahne olur. Ama Grosics, başına gelen onca şeye rağmen vatan aşkıyla geri döner. Bu arada kendisi hakkında açılan soruşturma 13 ay sonra delil yetersizliği nedeniyle düşürülür, ancak, Grosics’in çilesi dolmamıştır. 1957 yılında Honved, o zamanın meşhur takımları için bir moda olan dünya turnesine çıkar. En son durak Brezilya’dır ve Rio’da Flemengo takımının yöneticileri Grosics’e transfer teklifinde bulurular. Brezilyalılar 1954’teki çeyrek final maçında kendilerine ve yarı finalde Uruguay’a karşı muhteşem oynayan kaleciyi unutmamışlardır. Ancak Grosics bu teklifi kabul etmez ve ülkesine döner. Transfer teklifini gizli servis de duymuştur ve Grosics bu defa daha sınırdayken gözaltına alınır. Bu belki de kalecinin hayatındaki en şanslı anlardan biridir çünkü güvenlik şefi ilkokul arkadaşı çıkar ve basit bir kontrolden sonra Grosics’i yoluna bırakırlar. Ancak artık bileti kesilmiştir ve apar topar Tatabanyai Banyaszi takımına gönderilir.

Bundan sonrası görece daha olaysız geçer. Herşeye rağmen ülkenin hâlen en iyi kalecisidir ve 1958 ve 1962 Dünya Kupaları’nda da Milli Takım kalesini korur ve futbolu bırakır. Sonrasında müzmin bir hayat sürerek spor malzemeleri satan bir mağaza açar. 1989 yılında politika denemesi de olur ancak sonra vazgeçer ve mağazasına döner. Son olarak, Puşkaş’ın ölümünden birkaç hafta sonra 80 yaşında hastaneye kaldırılarak gündeme gelir. “Puşkaş’ın ölümü beni çok üzdü, sanırım artık daha dikkatli olmalıyım” diyecektir çıktıktan sonra.

Akıcılığını sağlamak için çok uğraştığım ve paragrafların yerlerini defalarca değiştirdiğim bu yazının son bölümünü yine Macar Milli Takımı’na ayırıyorum. Yukarılarda bir yerlerde Macaristan’ın bir yıl içerisinde tarih değiştiren iki maç oynadığını yazmıştım. Bunların ikincisi 1954 finalidir. Birincisi ise, 25 Kasım 1953 yılında Wembley’de oynanmıştır. Macaristan fırtınasının önünde darmadağın olan takımlardan birisi de İngiltere olmuştur ve bu İngilizlerin evinde Ada dışından bir takıma kaybettiği ilk maçtır. Macarların o gün oynadığı futbol bazılarına göre “hayatım boyunca düşünü kurduğum futbol”dur ve 6-3 kazanırlar. Grosics, yediği 3 gole rağmen maçta iyi oyunuyla hatırlanan isimlerden birisidir. Ama bu maçın önemi futbol anlayışını değiştirmesinde yatar. 1930’larda Avusturya ve Çekoslovakya’nın önderliğini yaptığı WM dizilişi kısa zamanda bütün dünyada hakimiyetini kurar. Bilmeyenler için WM’i kısaca anlatayım. Bir futbol sahasına “W” üste gelecek şekilde “W” ve “M” harflerini yazınız ve iki harfin her köşesine birer oyuncu yerleştiriniz. Bu kabaca 2-3-5 ya da 3-4-3 diyebileceğimiz bir diziliştir. Wembley çimlerine yürüyen İngilizler de soyunma odasında bu taktiği almışlardır. Ancak karşılarında 4-2-4 düzeniyle çıkan bir Macaristan vardır ve orta saha ve ileri uç oyuncuları sahaya kabaca bir U harfini andıran bir şekilde yayılırlar. Macaristan bu dizilişi daha önce de uygulamaktadır ancak her nedense bütün dünyanın dikkatini İngiltere maçıyla çekerler. Bu önce İngiliz sonra da dünya futbolunda büyük bir dönüşümün habercisidir. Yalnız 4-2-4 sistemini Macarlar ve Brezilyalılar bugün bile paylaşamamaktadır. Macarlar, 1958 ve 1962 Dünya Kupalarını kazanan Brezilya’nın kendi sistemleriyle oynadığını ileri sürerken, Brezilyalılar ise 4-24’ü kendilerinin mükemmelleştirdiğini savunurlar. Biz şöyle bir uzlaşı sağlayalım: 4-2-4’ü ilk uygulayan isim Macar Teknik Direktör Marton Bukovi olmuştur ancak sistemin dünyaca ünlü hâle gelmesinde bir Macar (Bela Guttman) ve bir Brezilyalının (Flavio Costa) çok büyük emekleri vardır.

Macaristan, bir ay sonra İngiltere’yi Budapeşte’de daha feci benzetir: 7-1. Ancak yine de Macar halkının daha çok övündüğü zafer 6-3’Lük maçtır. Hatta bugün bile Budapeşte’de maçın anısını yaşatan “63” isimli bir bar vardır.

Gene uzun bir yazı yazdım, kusura bakmayın ama inanın bir çok kısmı da ya özetledim ya da pas geçtim. Bu yazı biraz farklı oldu. Futbol tarihine geçmiş bir kaleciyi efsane maçları yerine çektiği çilelerle andık. Umarım bir dahaki yazıda Gilmar bize biraz daha neşeli bir hikaye anlatır.

Hiç yorum yok: