Halit Kıvanç'a İthafen
Cadı kazanı liglerin son haftalarında adet olduğu gibi, bütün maçlar bir Mayıs ayının, nemli sıcak bir Pazar günü aynı saatte başlamış. Bundan yaklaşık 9 ay önce bir kürenin içinde karman çorman doluşan topların azizliğine bakın ki iki takım da sahaya şampiyonluğa ya da kümeden düşmemeye çıkmış. Size hangisinin sonucu daha dramatik gelecekse, o maçı düşünmeye devam edelim.
Oynadığınız, antrenörlüğünü yaptığınız, tuttuğunuz takımınız için her şeyin belli olacağı bir 90 dakika. Aslında golsüz beraberlik bile yetiyor size. Bu skoru da 88. dakikaya kadar da koruyorsunuz. Ama karşı taraf da artık can havliyle asılıyor, bastırıyor. Bir korner kazandılar, bütün yürekler küt küt, nefesler tutuldu. Ön direğe gelen top sizin defansınız ve onların artık son çare diye ta gerilerden gelen defansının başlarına saniyenin yarısı kadar bir süre içerisinde çarpıyor ve yükselerek penaltı noktasına doğru süzülüyor. Ortalık can pazarına dönüşüyor, herkesin ayağı bir şekilde o ufaklığı arıyor ki ya kaleye iteleyecek ya da taa uzaklara gönderecek. Bir iki kol faul ya da ofsayt ya da elle oynama iddiasıyla yükseliveriyor. Derken, maçı anlatan spikerin bile kimden çıktığını anlayamadığı bir dokunuş ve top sağ direğin dibinde duran adamınızın bütün çabasına rağmen filenin üst kısmına asılıveriyor.
Futbolda “çok geç” diye bir kavram geçerliliğini yitiriyordur, belki de kalan 2 dakika artı uzatmalarda maçı almış ve hedefimize ulaşmışızdır, bunlar ayrı konu. Biz bu noktada filmimizi donduruyoruz. Takımınız o golü yediği anda aklınıza ilk kim gelir? Takımı beraberliğe yatırmaya yönelik taktikle sahaya çıkartan hocaya mı kızarsınız, yoksa maç boyunca bir kaç pozisyonu değerlendiremeyen forvetlere mi? İtalyansanız, belki de ceza sahası içerisindeki o karambolden topu çıkarmayı beceremeyen defans oyuncularına veya kornere sebebiyet veren sağbeke kızarsınız. Benim de içinde bulunduğum bambaşka bir insan grubu ise (ve eminim bu ciddi bir azınlıktır), o kalabalıktan çıkan topu çok geç görebildiği için yerinde çakılı kalıveren ve sadece çaresiz gözlerle topun ağlara gidişini seyredebilen kaleciyi düşünür. Maç boyunca canını dişine takmış, belki de bir kaç kritik top çıkarmıştır. Ancak, yukarıda saydığım antrenör, forvet ve defans oyuncularının aksine tek bir hatası (ya da çaresizliği diyelim) her şeyin sonu olmuştur.
(Burada genel ortakafagol yazılarından ayrılarak olayı biraz kişiselleştiriyorum ama neden kaleciler hakkında yazdığımı anlatmak istiyorum. Bir daha da olmaz, söz..!) Futbol oynadığıma ilişkin hatırladığım ilk anı, ilkokul 3. sınıfta kurtardığım bir penaltıdır. Ondan beri, çok nadir istisnalar ve minyatür kale maçlar hariç hep kaleciydim. Neden, bilmiyorum ama o üç direğin arasında mutluyum işte. Mesela teknik direktör dahil, saha içinde maçı benim kadar geniş bir açıyla seyredebilen kişi yoktur. Ya da arkadaşlarım hâla 3 sene önceki bir halı saha maçında, 15 dakika geç kaldığım için 4-1 geriye düşen takımımın ben geldikten sonra 7-6 kazandığını anlatırlar (halbuki ben aynı maçta bizim takımın forvetinde 4 gol atan arkadaşı hatırlıyorum). Neyse, meramımı anlattım sanırım, övünmeyi kesip devam edeyim.
Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama vaktî zamanında birisi; “Altı pasın içi o kadar lanet bir yerdir ki içinde çim bile bitmez” demiş. Belki de normal futbol ilgilisi kimselerin kaleci olmak istememesi ya da idol futbolcularının içerisinde kalecilerin olmaması böyle lanet bir yerde mesai ettiği içindir. Çok fazla dallandırıp budaklandırmaya gerek yok; kaleci olmak için biraz deli olmak gerekir. Tanım itibariyle bir takım sporu olan futbolda, hatalarının sonuçları açısından en büyük sorumluluğu almak ve gerektiğinde bununla baş etmek için hafif mazoşist olmak gerekiyordur belki de. Ama diğer yandan da diğer 20 sıradan adamın sana imrenerek bakarken, topu –belli bir bölgede de olsa- ellerinle tutabilme ayrıcalığı da bir çeşit büyüklenme kompleksi olabilir. Dikkat edin, büyük futbolcuların değil ama büyük kalecilerin hepsi mağrur görünür. Bire bir kendisine gelen topçuyu ellerini açarak karşılayan kalecinin yüzünde panik göremezsiniz. O elleri açışta çocuklarını (ya da öğrencilerini) ne pahasına olursa olsun korumaya yemin etmiş Münir Özkul’un ciddiyeti ve kararlılığı vardır.
Biraz da magazin yapayım Julio Iglesias’ın bir zamanlar Real Madrid ‘de kaleciliğe başladığını bilmeyeniniz yok değil mi? Peki neden futbolu müzik kariyerine başlamış? Çok ciddi bir sakatlık geçirdiği için... Bir de belki de çoğunuzun bilmediği pek ünlü başka bir kaleci var. Kendisi “futbol ile varoluşçuluk arasındaki kuran kişi” olarak biliniyor. Bir lafı da pek ünlü: “Ahlak ve yükümlülüklerle ilgili kesin olarak bildiğim her şeyi futbola borçluyum”. Albert Camus, Cezayir Üniversitesi Futbol Takımı’nın kalecisiyken, 1930 yılında verem geçirdiği (evet bu meslek hele bir de kötü bir defans varsa adamı verem eder) için bırakmak zorunda kalmış.
Yaklaşık altı aydır ortakafagol.com’u takip ediyorum ve bugüne kadar hep yazarlardan kalecilerle ilgili bir şeyler yazmalarını bekledim. Ama forumda “En Beğendiğiniz Kaleciler” başlığından başka isteğime uyan bir şeyler çıkmadı. Dünya Kupası yaklaşırken içimde giderek artan heyecanla “ben yapayım bari” dedim. Düzenli yazı sözü veremem ama ayda en az iki kere, dünya tarihinin en büyük kalecilerinden bahsetmeyi planlıyorum. Önce her ülke için ayrı ayrı yazayım demiştim ama kronolojik sıralama daha iyi olacak heralde. Yeri geldikçe Türk kalecilere de yer vereceğim.
Bu yazıyı bitirmeden önce minik bir not düşmek istiyorum. “Penaltı anında kalecinin endişesi” diye bir şey yoktur. Kaleci, penaltıyı kurtarma ihtimalinin daha az olduğunu (bu konuda okuduğum bilimsel yazıyı tekrar bulursam bir ara ondan da bahsederim) ve kurtarması durumunda kahraman olacağını bilir, bu yüzden rahattır. Asıl endişe, penaltıyı kaçırarak “kolayı becerememe” yaftasını yemekten korkan atıcıdadır.
Bir dahaki yazı: “Kaleciliğin Tarihi”nde görüşmek üzere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder