Futbolla yatıp kalkmaya başlamanın en uygun yaşları 10-12 yaş civarıdır. Futbolcuların adları, takımları ezberlenmeye başlanır ve bundan tuhaf bir zevk alınır. Belirli bir futbol hafızası oluşturulduktan sonra insan dünyada futbolu en iyi kendisinin bildiğine inanmaya başlar, kralını tanımaz. Bu durum çoğu bünyede hayatın sonuna kadar devam eder, ülkemizde siyaset ve futbol bilgisi ve uzmanlığı doğuşta bahşedilen bir nimettir. İşte İtalya 90 da benim 10 yaşıma, futbol camiasına armağan edildiğim zamana rastlar.
Bahsi geçen dönem aynı zamanda ülkemizde bir çocuğun hayatın acı gerçeklerinden ilki olan Anadolu Lisesi sınavına gireceği 5. sınıfın (ki artık bu durum değişti) öncesindeki yazdır ama ne önemi vardır ki? 86’yı hayal meyal hatırlayan bu genç dimağ 30 gün boyunca çıkacak her gazete yazısını, yayınlanacak her televizyon programını izlemeye hazırdır. Babaannenin rahatsızlığı sebebiyle görev yeri anne tarafının memleketi Çaycuma olarak belirlenir. Üstelik belirtilen yerde doğumdan itibaren her oyunun ortağı, bir miktar daha sorumluluk sahibi olmakla beraber aynı görev bilincine sahip kuzen de hazır beklemektedir. Kafalardaki tek soru işareti Tolga’nın birkaç yıl önce ailenin genetik baskılarına dayanamayıp gözlük takmaya başlamış olmasıdır. Evet İtalya’da bir turnuva yapılacaktır ama evin holünde de bir turnuva düzenlenecektir ve bunun için iki adet sağlam, şut çekerken sakınma ihtiyacı duyulmayan adaleli vücuda ihtiyaç vardır ve dahi gözlük bu kapsamda ele alınmamaktadır. Çok geçmeden sıkıntı dağılır çünkü sevgili kuzenim patenti James Worthy’e ait düzenek sayesinde kendisini ve turnuvamızı emniyet altına almıştır.
Taraflar buluşma öncesinde hazırlıklarını kendi başlarına yaparlar. Gazetelerin şimdilerde kuponla verdikleri Dünya Kupası rehberleri o zaman bedavadır. Bunlardan çok sayıda edinilir, oyuncular ve teknik adamlar hafızaya alınır, saflar tutulur. Bendeniz ev sahibi İtalya’yı desteklemeyi tercih ederim, müstakbel mühendis Tolga o zamandan ortaya koyar mekanik beynini ve Alman Panzerlerini tutma kararı alır. Bu sırada artık satılmayan Cincin sakızları Dünya Kupasını paraya çevirmenin bir yolunu bulur ve futbolcu resimleri çıkan sakızları piyasaya sürer. Ancak örneklem almanın ne olduğunu o yaz deneme sınama yoluyla öğrenen ben ve kuzenim fark ederiz ki bir kutudan yalnızca koleksiyon numarasına göre 10 farklı oyuncu resmi çıkmaktadır. Bu durumdan zararlı çıkan dayım olur çünkü dükkanda Cincin satması için kendisine baskı yapılmaktadır, gelen kutular iki deneyimli koleksiyoncu tarafından test edilmekte, elde olan bir seri olduğu anlaşıldığında her fırsatta ağza sakız atılmakta, şekeri bitene kadar çiğnenmekte ve yeni kutu talep edilmektedir. Elde edilen nadide koleksiyon bugün de ziyaretçilere bir Mısırlı çorap kutusu içinde sergilenmektedir ( Son gidişimde kutuyu bulamadık, bir tarihi eser kaçakçılığından endişe ediyoruz).
Günler 12 Haziran’ı gösterir, Arjantin-Kamerun maçıyla hadise başlar. Omam Bıyık bir dikey zıplama rekoruyla kafayı çakar, İtalya’da işler karışır oysa Çaycuma’da sistem tıkır tıkır işlemektedir. Sistem şudur; birkaç büyük takvim yaprağı alınır, arkasına bütün takımların kadroları ve fikstür işlenir. Akabinde gerçek fikstür doğrultusunda maçlar tarafların sırayla kaleci ve oyuncu olması suretiyle “yaptırılır”. Oyuncu olan taraf aynı zamanda spikerlikten sorumludur ve maçın gidişatı esnasında gerekli ambiyansı sağlayamazsa kaleci tarafından uyarılır. Holdeki masa frikikler sırasında baraj, oyun içinde çalımlanacak rakip vazifesi görür. Topun çatal diye tabir edilen bölgeye gitmesi halinde aynı bölgede konuşlanan saksı yere düşer, sevgili yengem evdeyse teskin edilir ve dağılan kumlar toplanır, yengem evde değilse kumlar toplanır ve atılan golden övgüyle bahsedilir. Aynı zamanda kale olan bölgenin oda kapısı olması, ağlarla buluşan topların “bam” diye bir ses çıkarması nedeniyle içerideki odada üniversite sınavına hazırlanan Tuğba Ablamın bu durum karşısında çileden çıkmasına anlam verilemez. Ortada gerçekleştirilmesi gereken bir turnuva vardır ve organizasyon aksaklıklara rağmen devam etmelidir. Bahsi geçen aksaklıkların başında eve gelen ve gitmek bilmeyen misafirler gelmektedir. İzlenmesi gereken kupa maçları ve çimenlik diye tabir edilen spor kompleksinde yapılması gereken müsabakalar düşünüldüğünde son derece kısıtlı olan zamanımız bu spor düşmanları tarafından harcanmaktadır. Gerçek hayatta turnuva ilerlemektedir, İtalya güç bela gerekeni yapmakta, turnuva öncesi bel bağlanan Vialli’nin yerine golleri Schillachi adında bir yedek atmaktadır. Almanya ise vuravur gitmektedir, Matthaus, Brehme, Völler, hepsi formdadır. Türk insanının gözbebeği Brezilya ikinci turda ezeli rakibi Arjantin’e elenmiştir, dayım anlayamadığım bir üzüntü içine girer. Yarı finallere gelinir; Almanya-İngiltere, İtalya-Arjantin. Maçların ikisi de penaltılara kalır, İngiltere penaltı atamama konusundaki kabiliyetini ilk kez burada teşhir eder. Benzeri bir hünere sahip İtalyanlar da ev sahibi oldukları turnuvaya veda ederler. Hoş, maç Napoli’de oynanmıştır ve İtalyanların önemli bir kısmının Maradona’yı tuttukları söylenmektedir…
Final çok sıkıcıydı. Hiçbirini tutmadığım taraflar hiçbir şey oynamadılar, tutmadığım taraflardan Alman olanı tartışmalı bir penaltı kazandı, o penaltıyı da sol bek Brehme sağ ayağıyla attı! Turnuvanın sürprizi Kamerun ve Milla Dede oldu, şakası ise Higuita. Turnuvadan sonra Schillachi’yi bir İnter’e transfer olurken duyduk bir de İtalya’da bizim Ünlüler Evi muadili programa katılırken. Osieck o zaman yardımcı antrenördü ve ilk kez o zaman Terminatör’e benzetmiştim onu. Hollanda büyük hayal kırıklığı yarattı en çok da Van Basten.
Bizim turnuva nasıl bitti kim gol kralı oldu hatırlamıyorum. Dünyanın sayılı arşivcilerinden yengemin bizim dökümanları sakladığına inanıyordum, çıkmadı. Ama 1990 yazının 42 günü beni olduğum insan yaptı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder