Taraftarların en sevgili futbolcuları kulübe genç yaşta gelen –hatta mümkünse altyapıdan çıkan- futbolculardır. Büyük transferler elbette şaşaalıdır, elbette rakip takımın golcüsünü kadroda görmek heyecan vericidir ama insanın aklında hep bir soru vardır; ya bizi de bırakırsa diye. Oysa insan yediği kaba pislemez diyerek elimizde büyümüş oyuncuları pamuklara sararız ve bir yanlışlarını görürsek onları öfkemizin en şiddetli haliyle muhatap ederiz; koynumuzda beslediğimiz yılan, yılanların en zehirlisidir.
Tuncay Şanlı da Fenerbahçelilerin Raul’u işte. En tanınır yanı altyapısı olmayan bir takımın genç yaşta bünyesine katarak kendinden biri haline getirdiği yıldız O. Ama hakkını vermek lazım, mazhar olduğu sevgiyi hak etmek için var gücüyle çalışıyor. Bu uğurda yapamayacağı şey yok sanki, golse gol, mücadeleyse mücadele, koşmaksa en kralı, maratonundan ve sevinçse sevinç, tezahüratsa tezahürat, yaşa Fenerbahçe’sinden hindisine kadar…
Bu beni sevin gösterilerinin bende uyandırdığı his ne gerek var oluyor. Büyük bir takımın başarılı oyuncusu zaten bu ülkenin kabaca üçte birinin gönül hanesinde yer alırken kalan kitlenin antipatisini çekmek pahasına tribünlere oynamak…Zaten gerilmiş bir ortamın anlamı tartışılır kısır liginde sinirleri gerilmiş insanları birbirine daha da düşman etmek…Hayat şartlarının neler getireceğini hiçbirimiz bilemezken belki yarın formasını giyeceği takımların camialarını karşısına almak…İmaj danışmanı değil ama akıl hocası olduğunu söyleyen birinin bu kadar düşüncesizce davranması…Yanı başındaki Fatih Akyel, Alpay Özalan örneklerinden ders almaması…
Özür dilemenin bir erdem olduğu söylenir, yazımızın kahramanı buna son derece inanıyor olmalı. Vatan gazetesinin 28 Marttaki haberine göre tam altı kez basın önünde özür dilemiş Tuncay Şanlı. Son iki özrü Galatasaray camiasından, yanlış anlaşıldığını söylüyor. Ama bir tezahürat 10 saniye sürmüyor ki yanlış anlaşılsın ve açıkçası hepimiz hindilerin güzergahını net bir şekilde dinledik. Ve bizlere bu tezahüratın tribünlerde insanların dostça maç seyredebilecekleri günlerde söyledikleri bir şarkı olduğu söylendi. Biz de o zaman tamam dedik, tezahüratın yapılışındaki şiddete, inip kalkan kollara dikkat etmedik. Ve anladık ki babalarımız dedelerimiz birer evliyaymış, yanlarında bu hareketleri yapan insanlar varken sessiz sakin otururlarmış…
Oysa Türk futbolu O’nu ilk tanımaya başladığı günlerde hepimizin kanı ısınmıştı O’na. Kötü giden takımının ayakta kalan ismiydi, ikinci ligden yeni gelmişti ve azmiyle değme birinci lig oyuncularına taş çıkartıyordu. Diğer takım taraftarları da belki rakiplerinin çok korkulacak durumda olmamasından kaynaklanan bir yakınlık duydular, gelecekte O’nu milli takım forması içinde görmek için sabırsızlandılar. Ama O, son zamanlarda sarı lacivert olmayan hiçbir sevgiyi istemiyor sanki. Şampiyonlar Ligi maçlarında yabancı yıldızlardan eksik etmediği yardım elini, sevecenliğini, Süper Ligimizdeki oyunculara ve taraftarlara uzatmaktan imtina ediyor.
“Senaryomu oynuyorum” diyecek kadar içinde olduğu dünyanın sahteliğini anlayan bir insan, bu dünyayı, dünyaların en gerçeği sayıp kutsallaştıran insanlara karşı saygılı olmalıdır. Bu saygı, artık pek anlamı kalmamış sportmenliğin gereği değilse bile yarınların neler getireceğini bilemeyeceğinin farkında olacak kadar bir rasyonelliğin gereğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder