Futbol öyle bir fenomen ki, insanları öyle güzel tek potada topluyor ki, politikacılar futbola karışmadan edemiyorlar. Bazı ekonomistler, Dünya kupasını kazanmanın, bir ülkenin yıllık ekonomik büyümesini %0.7 artıracağını iddia ediyor. Tüm dünyada politik istismarın bir numaralı subjesi haline gelen futbol, 2006 yazında da dünya politik gündemini yansıtacak.
Fransa’nın 1998 kadrosu bildiğiniz üzere son derece kozmopolitti. Cezayir, Karayip, Afrika ve Ermenistan asıllı oyuncular kadronun büyük çoğunluğunu oluşturmaktaydı. İşte o takımın aynı sene kupayı kaldırması, Fransa’nın ırk entegrasyonunu meşrulaştıran, hızlandıran bir unsur olmuştu. Aynı kadronun 2000’de Avrupa şampiyonu olması, aşırı sağcı lider Le Pen’i kızdırmış, Le Pen, seçim propagandasının önemli bir kısmını bu takımı kötüleyerek yapmıştı. Le Pen, açık bir şekilde Fransa'nın koyu renkli oyuncularının Fransız halkını ve toplumunu temsil edemeyeceğini söylüyordu. 2002 Dünya Kupası’ndaki başarısızlık da yine Le Pen için müthiş bir muhalefet fırsatı olmuş, Le Pen takımın gruptan çıkamamasını maksimum düzeyde politik kazanca çevirmişti.
İşte aynı Fransa, Almanya 2006’ya yine benzer çalkantılarla geldi. Kupadan birkaç ay önce, Paris banliyölerindeki yabancı kökenli fakir gençlerin başlattığı ayaklanma bir anda tüm ülkeye yayılmış, arabalar, dükkanlar yakılmış, sokaklar savaş alanına dönmüş, başbakan Dominique de Villepin, bu olayları müteakiben gelişen öğrenci grevinden sonra iyice zor durumda kalmıştı. Yani Fransa’nın bu kupada elde edeceği önemli bir başarı Villepin’in oldukça işine gelecekken, takımın alacağı kötü sonuçlar ise Le Pen’in elini sadece daha da iyi yapacaktı. Kupa öncesi yapılan anketlerde halkın yalnızca üçte biri takımın kupada başarılı olacağına inanmışken, Fransa’nın kötü başladığı turnuvada, kupanın bir numaralı favorisi Brezilya’yı eleyerek yarı finale yükselmesi bir anda ülkedeki atmosferi değiştirdi. Takım kaptanlarından Lilian Thuram, İspanya maçı sonrası düzenlediği basın toplantısında kendisine yönetilen "muhalefet lideri Le Pen bu kadronun Fransızlıkla alakası olmadığını söylüyor siz ne diyorsunuz?" sorusuna "Hepimiz Fransızız. Bundan gurur duyuyoruz. Viva la France! Ancak Bay Le Pen'in Fransa'sı değil; daha özgürlükçü, daha kardeşçe bir Fransa." cevabını verdi. Bu sözlerden sonra salonda koca bir alkışın koptuğunu söylemem gerek yok tabii. Kısacası, birkaç ay öncesine kadar çalkantılarla boğuşan Fransa sokaklarında bugünlerde zafer şarkıları söyleniyor.
Kupa Almanya’da olunca, doğal olarak ev sahibi hükümet de boş durmuyor. Schröder’den koltuğu yenidir almış Angela Merkel’i Almanya’nın bütün maçlarında tribünde izledik. Gerçi kadrodaki yıldız isimlerin azlığı ve tecrübe eksikliği yüzünden Alman halkının kendi takımlarının sportif başarısına dair umutları kupa öncesinde çok azken, panzerlerin “turnuva takımı” olduklarını hatırlamaları ve kupanın bir başka favorisi Arjantin’i eleyerek yarı finale yükselmesi Merkel’in yüzünü güldüreceğe benziyor. Alman takımındaki Podolski, Klose, Odonkor, Borowski, Owomoyela, Asamoah gibi yabancı kökenli oyuncuların önceki Alman takım kadrolarıyla kıyasla çok fazla oluşu ise yine her maçta televizyonlara sevinç naraları atarken görüntülenmek isteyen Merkel’in “daha çoğulcu bir Almanya”’sını yansıtıyor.
Esasen, kupa öncesi Almanları en çok korkutan, ülkesinin BM Enerji Konseyi’yle yaşadığı Nükleer Güç krizi sırasında verdiği korkusuz ve tehditkar mesajlarla dikkat çeken İran başbakanı Mohammed Ahmedinecat’ın, kupa sırasında İran milli takımını izlemek için Almanya’ya ziyarete gelmek istemesiydi. BM, ABD ve İngiltere’nin çok karşı çıktığı bu ziyaret, Almanya’nın takındığı uzlaşmacı tavır ve futbolun yarattığı karnavalımsı atmosferle arada kaynayıp gitti. Peki Almanya bu ziyaretten neden bu kadar korkuyordu? NATO üyesi müttefikler tarafından yapılan baskılar bir yana, Ahmedinecat’ın sık sık vermiş olduğu anti-Semitik demeçler nedeniyle kendisine büyük sempati besleyen Neo-Nazilerin çıkarabileceği olası bir ayaklanma herhalde çiçeği burnunda Frau Merkel’in en son isteyeceği şey olurdu.
İtalya’da da yeni koalisyonun lideri Prodi’nin futbolla harmanlanmış ince göndermeleri konuşuldu. Prodi, koalisyonda yer alan ve birbirleriyle daimi fikir çatışması halindeki bakanlarına kupa öncesi “Gol atmak istiyorsak, bir takım gibi oynamalıyız. Buradaki çoğu bakan birbirini iyi tanımıyor ve takım oyunu oynamamız için en az beş yılı beraber geçirmeliyiz” diyerek, esasen “Yahu kardeşim gelin birleşin artık. Bunun üstüne de beni bi beş seneliğine daha seçin de biz bi şekil hallederiz. Önemli olan iktidarda kalalım da bi daha seçimle meçimle uğraşmayalım” modundaki düşüncelerini kibar bir şekile açıklamış oldu.
Kupa, şu an yarı finallerde yollarına devam edemeyen kimi ülkeler için de büyük politik önem taşımaktaydı. Örneğin, Turuncu Devrim sonrası Ukrayna’da iktidarı eline alan Yuşçenko’nun milli takıma büyük destek verdiği biliniyor. Tıpkı oyları elde etmenin halkın kalbinden geçtiği, halkın kalbinin de futbolla attığı Brezilya’nın başkanı Lula’nın sık sık Parreira’ya Ronaldo’nun kilolarını sorarak kamuoyunun kendine beslediği sempatiyi arttırmaya çalışması gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder