Yazıya nasıl bir giriş yapacağımı bulamadığım için bodoslama dalıyorum. Fransa bugün Portekiz’i geçer, Euro2000 finalinin rövanşını izleriz. İki takımda öyle bir alan daraltma uygular ki duran top olmadığı sürece 90 dakikada organize ataktan gol gelmez. Olur da Fransa Dünya Şampiyonu olursa, Zidane futbol tarihine jübilesi ile Dünya Şampiyonu olan kaptan sıfatıyla ilk üçten girer.
Esasında bugün Fransa’yı İspanya ve Brezilya maçlarından daha zor bir maç bekliyor. Bu iki maçta da Fransa favori olmayan takımdı ve dörtlü savunmanın önüne Vieira ve Makalele gibi iki savunmaya dönük orta saha koydular ki bu pozisyonda daha iyi iki oyunucusu olan ülke yok. Zidane zaten maestro anlatmaya gerek yok. 6 kişi ile çok iyi alan daraltan Fransa Sağda Ribery, solda Malouda ve ilerde Henry gibi 3 tane tazısı ile çok iyi kontraataklar yakaladı. Ancak favori olduğu Portekiz önünde bu oyuncular bu kadar geniş alanlar bulamayacaktır kanımca. İspanya ve Brezilya maçlarının bir diğer ortak noktası iki maçta da Fransa milli takımının aynı 11 ile maça çıkmasıydı. “Ne var bunda?” diyeceksiniz; Raymond Domanech teknik direktör olduğu 26 maçtan bu yana ilk defa aynı 11 ile arka arkaya oynadı. Togo maçını gecenin bir yarısına koydukları için izleyemedim ama Fransa’nın favori olmadığı maçlarda olduklarına oranla çok daha iyi oynadıkları açık. Nitekim son iki maçında da Fransa oyunu kontrol eden takımdı ve daha 20. dakikada Fransa’nın Brezilya’yı eleyeceği kanımca belliydi.
Gana maçının ardından Parreira “Neden herkes bizden güzel atak futbol bekliyorken, diğer takımlardan böyle birşey beklenmiyor? Ben de herkes gibi kazanmaya bakıyorum. Tarih iyi oynayanları değil, kazananları yazar” demiş. Hemen bu tezi bir örnekle çökertelim. 1974’ün hatırlananı kazanan Almanya değil, Hollanda’dır, hatta Parreira için daha yakın örneği 1982’nin kazananı İtalya’dan öte Brezilyasından bahsedilmez mi? Herneyse sorun bu değil, herkes Brezilya’dan güzel atak futboldan öte, futbol oynamasını bekliyor. Pek kolay rakipleri karşısında Brezilya hiçbir şey oynamadan çeyrek finale gelmişti ama işte futbol ülkesine karşı oynayınca bütün foyası meydana çıktı işte.
Almanya’nın aç köpekler gibi rakip kaleye saldırdığı 4 maç sonucunda Arjantin’e karşı durulacağı aşikardı çünkü Almanlar azıcık ortasahası top yapan bir takımla karşılaştı mı sistemleri erör veriyordu çünkü zayıf savunmaları maçı rakip sahaya yıkamadıkları sürece açık veriyordu. Kosta Rika maçını izleyen her teknik direktör Alman savunmasının diklemesine çok rahat geçildiğini görmüştür. Her ne kadar bu doğrultu da Pekerman, kolay adam eksiltebilen Tevez’i oynatsa da bu yeterli değildi. Elbet Abondanzieri değişikliği gerekmeseydi çok farklı olabilirdi, diklemesine gidebilen bir Messi oyuna alınabilirdi. Bu hipotezleri gerek duymadan yine de İtalya’da olup da Arjantin’de olmayan şeyleri tartışabiliriz.
Herşeyin başında Arjantin ortasahasında tecrübesizlikten kaynaklanan bir kendine güven sorunu var. Grup maçlarında Arjantin, erken öne geçtiği için ortasahanın kendine güveni oldukça yüksekti ve çok iyi ayağa top yapıyordu. Ancak Meksika maçında gördük ki, takım öne geçemeyince orta saha panikliyor ve oyunun hakimiyetini kaybediyor. 70. dakikadan sonra maçın mutlak hakimi Meksika’ydı. Ne zaman ki Maxi Rodriguez golü attı, o noktadan sonra kendilerine duydukları güven yerine geldi ve çok daha iyi ayağa pas yapmaya başladılar.
2. önemli nokta ise Pirlo’nun her anlamda Mascherano’dan en az 3 gömlek daha üstün olmasında yatıyordu. Harika bir oyun vizyonu olan Pirlo henüz daha savunma yerleşememişken savunmanın arksına attığı toplarla Almanya’yı dengesiz yakalayabildi. Oysa ki Arjantin hücumlarında top Riquelme’ye gelene kadar iş işten geçiyordu. Bu yüzden iki takımda Almanya’ya karşı aynı oranda topa sahipken (%57), İtalya’nın kaleyi bulan 10 şutu varken Arjantin’de bu sayı 5’te kaldı.
Yine de Arjantin bu kupada genç kadrosunun başta Sırbistan maçı olmak üzere oynadıkları seyir zevki yüksek futbolla hatırlanacak. Parreira’nın dediği gibi eğer kazanan hatırlanırsa Arjantin ile aynı şekilde çeyrek finalde penaltılarla elenen İngiltere’nin de kağıt üzerinde aynı kefeye konması gerekiyor. Ancak elbette, İngiltere erken gelen bir kendi kalesine gol, son 10 dakikaya sıkışan iki gol ve bir frikik golüyle kazanan maçlardan sonra Arjantin gibi alkışlanmayacaktır. Nasıl 1998’in tüm suçu Beckham’a kaldıysa burada da tüm sorumlu Rooney olarak gösterilecektir. Oysa ki Beckham – Gerrard – Hargreaves – Lampard – Cole’den oluşan bir orta sahanın topa daha çok basmasını, oyunu kontrol etmesini beklerdik. İngiltere denilmişken tabi ki Erikson’a dokunmak Allah’ın emri: Rooney’nin sakat geldiğini bile bile turnuvaya yedek forvetsiz geldi. Herkes gibi ben de Arsenal’e geldikten sonra bir dakika bile oynamamış Theo Walcott seçiminin yanlışını eleştireceğim. Jermaine Defoe, Darren Bent ya da Dean Ashton gibi oyuncular dururken Walcott seçimi son derece absürttü.
Steve McLaren takıma bir tane de iyi bir penaltı koçu bulmalı. Ben bildim bileli bu adamlar kupalardan penaltılar yüzünden eleniyorlar. Ricardo maçtan sonra “İngilizlerin topu nereye atacağı yüzlerinden okunuyor” demiş. Karşı açıklama olarak Peter Crouch “ Sizi temin ederim ki hem turnuva öncesi, hem turnuva boyunca penaltı çalıştık. Ama bu maçtan çok farklı. Yorulmamış oluyoruz ve boş stadyumda çalışıyoruz” demiş. Sırf penaltı atsın diye 119. dakikada oyuna sokulan Carreghar, Crouch’un ilk tezini bozuyor ne yazık ki. İkinci söylediğine karşılık olarak İngiliz gazeteci Billy Blagg kendi köşesinde “Milli takım antrenmanlarında penaltı çalışırken gürültü çıkartmak için 75.000 gönüllü arıyorum” şeklinde bir ilan vermiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder